İçtihat’tan Kısa Futbol Tarihi

 

başılresmi.jpg

Abdullah Cevdet, “Futbol Tarihi”, İctihad, Cilt XXI, Sayı 194, 15 Aralık 1925.

Son zamanlarda İstanbul efkârı umumiyesini en çok alakadar eden ve hatta taşralarda da taammüm etmeye başlayan spor, futbol olmak itibariyle bu oyunun pek eski olan tarihinden meraklılarına bahsetmeyi faideden hâli görmüyoruz.

Top oyununu Yunan kadim ahalisi bilmiyordu. İlk mucidi Atticus isminde Napolili bir terbiyeyi bedeniyye muallimi olup mahzâ Roma konsülü büyük Ponpey’i eğlendirmek için Milad-ı İsa’dan yarım asır kadar evvel icat etmiştir. Gerek âsâr-ı kadîmenin ve gerekse eski madalyonların tetkikinden anlaşıldığına nazaran Romalılarda iki türlü oyun topu [balon] vardı: Bunların birine follis ve diğerine folliculis derlerdi.

Deriden mamul olup içi hava ile şişirilen ve bu sebeple futbolun ilk şekli demek olan (follis) topu, insan başından daha büyücekti. Latin şairleri bunu “Geniş ve bir tüy kadar hafif” olarak tasavvur ederlerdi. Yalnız bu eski zaman futbolu ayakla değil, kolla oynanırdı. Hatta miladın üçüncü asrında basılmış bir madalyondaki resminden anlaşılacağına nazaran, Roma oyuncuları bu oyunu oynarken bir nevi kolluk (bazuband) takarlardı ki bugünkü Avrupa oyuncuları da bunu anane telakki etmektedirler.

Folliculis ismindeki diğer balon biraz daha küçük olup yumrukla oynanırdı; Latin müverrihlerinde [Suetonius]ın rivayetine nazaran, Roma imparatoru meşhur August [folliculis]i [follis]e tercih edermiş, bu küçük topa bilahare [yumruk topu ballon du poing] namı verilmiştir. İngiltere’de intişar etmiş olan bu günkü futbolun ismi ise, İngilizce [ayak topu] manasına gelir. Velhasıl muhtelif zamanlarda muhtelif milletler tarafından el, kol ve ayakla oynanmış olan ve bugün bu a’zâ-ı bedenin hepsiyle birden oynanmakta bulunan bu oyun tam iki bin senelik tarihe mâliktir.

SÖZLÜK NİYETİNE:

Taammüm: Yayılmak.

Âsâr-ı kadime: Eski eserler.

İntişar: Çıkma, yayılma.

Mâlik: Sahip.

Mahzâ: Yalnız, tek.

abdullah devdetttfutbol

İSMET İNÖNÜ’NÜN ANADOLU’YA GEÇİŞİ HAKKINDA İDDİALAR

ck-eytaw0aamwz4

S.B.

İsmet İnönü, özellikle askerî hayatı başarılarla dolu bir asker ve siyaset adamıdır. Parlak öğrencilik yıllarının sonunda Harp Akademisi’ni birincilik ile bitirerek Altın Maarif Madalyası almaya hak kazanmıştır. 1908’de kıdemli yüzbaşı (kolağası) sıfatıyla 31 Mart Olayı’nı bastıran Hareket Ordusu’nda, 1910’da Yemen Ayaklanması’nın bastırılmasında, Balkan Savaşı’nda ve daha sonrasında Birinci Dünya Savaşı’nda ordu kurmay başkanlığı ve kolordu komutanlıklarında görev almıştır. 1918 yılında Harbiye Nezareti Müsteşarlığı’na atanmış ve Millî Mücadele’ye kadar bu görevinde kalmıştır.

İnönü, Mustafa Kemal Atatürk’ün ardından Millî Mücadele’nin ve daha sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyetinin en önemli isimlerindendir. Gerek askerî gerek siyasî başarıları, Türk devletinin kaderinin çizilmesinde önemli rol oynamıştır. Ancak, siyasî hayatındaki, özellikle Tek Parti dönemindeki faaliyetleri birçok kesim tarafından eleştirilmiş ve İnönü hakkında suçlamalar, asılsız iddialar gazete ve dergilerde yer bulmuştur. Bu suçlamalardan birisi de “Millî Mücadele’ye istemeyerek katılması”dır.

Bu iddialardan hareketle bu çalışmanın amacı, söz konusu iddiaların kaynaklarını ele almak ve bunları, iddiaların geçtiği dönemde ve sonrasında yazılan hatıralar, araştırma eserleri, gazete yazıları, resmî belgelerle karşılaştırmaktı. Amaçladığımız yöntemle, bir olayın kaç farklı tarzda anlatıldığı ve diğer kaynaklarla yapılan karşılaştırmada uyuşmayan noktalar ortaya konmuş olacaktır. İsmet İnönü’nün Millî Mücadele’ye katılması hakkında, Şevket Süreyya Aydemir’in İkinci Adam serisinde ve Sabahattin Selek’in İsmet İnönü- Hatıralar eserinde olduğu gibi birçok kaynakta bilgi bulunabilir. Ancak, bu eserler genel bir biyografi çalışması olduğu için diğer kaynakların karşılaştırması konusunda eksiklikler barındırmakta ve olay derinlemesine incelenmemektedir. Söz konusu karşılaştırma, bir tek Abdi İpekçi’nin İnönü Atatürk’ü Anlatıyor kitabında bulunmakta ancak burada da kısıtlı kaynak kullanılmaktadır.

Çalışmamızda kaynak olarak, iddia sahiplerinin eserlerini, aynı dönemi yazan ve o olaylara şahit olanların anı ve hatıralarını, İnönü hakkında yazılmış biyografileri ve resmî yayınları, araştırma eserlerini kullandık. Bunun yanında, söz konusu iddiaların tartışıldığı Son Telgraf gazetesi ve Yakın Tarihimiz dergisinin kütüphanelerde bulunan ilgili sayılarından yararlandık. Hatırat, dergi ve gazetelerden yapılan metin alıntılarında, alıntılanan metindeki imlâ ve noktalama hatalarını düzeltmeden olduğu gibi aktardık.

A. MÜTAREKE DÖNEMİ

A. I. Ağa Olma İsteği

İsmet İnönü’nün Millî Mücadele’ye katılması konusunda belki de en çok dile getirilen ve İnönü karşıtları tarafından kullanılan konu, Paşa’nın Kazım Karabekir ile Mütareke yıllarında yapmış olduğu bir konuşmadır. Bu konuşma ilk olarak Karabekir Paşa’nın yıllar sonra kaleme almış olduğu İstiklal Harbimizin Esasları adlı eserde yer almıştır. Karabekir, yakın dostu olan İsmet Paşa ile aralarında geçen o meşhur diyaloğu şöyle anlatmaktadır:

            “29 Teşrinisanide (Kasım) Zeyrek’te misafir olduğum biraderimin bahçesinde, Çamlıcalara kadar uzanan geniş manzara içinde, İtilâf Devletlerinin bir yığın tekneleriyle istihza eden muazzam Süleymaniye Camii, karşımızda Türklüğün bir heykel vekarı gibi mağrur duruyordu. Pek eski ve pek samimi arkadaşım İsmet Bey bedbin(kötümser)di:

            – Gördün mü Kâzım? Her şey mahvoldu. Vaktiyle gördüğün gibi sürüklediler ve bitirdiler. Derdin ki batıracaklar ve hayatımızla biz didişeceğiz.

            Fakat benim hiç bir ümidim kalmadı. Ben kararımı sana söyleyeyim mi Kâzım: Köylü olmak! Köylü olalım”[1]

 

İsmet Paşa’nın Karabekir’e söylediği bu sözler, içinde bulunulan dönemin şartları düşünüldüğünde oldukça normal karşılanmalıdır. Henüz bu safhada, özellikle Mustafa Kemal’in İstanbul’daki faaliyetleri öncesinde, çoğu subay ve düşünce adamının aklında bir Millî Mücadele fikri bulunmamaktadır. Sadece Kâzım Karabekir yine aynı eserinde Anadolu’ya geçmek istediğini dile getirmektedir.

Mustafa Kemal dahi İstanbul’a ilk geldiği günlerde öncelikli olarak siyasî bir kurtuluş yolu aramış, bu olmazsa silahlı mücadelenin kaçınılmaz olduğunu ve bir ordunun hazırlanması gerektiğini düşünmüştür.[2] Daha sonra terhis edilen orduların komutanlarının İstanbul’a gelmesi ve yukarıda da belirttiğimiz gibi Kazım Karabekir gibi, Anadolu’ya geçip silahlı mücadeleye başlanmasını isteyen komutanlar ile Mustafa Kemal’in fikir alışverişinde bulunmasıyla “Millî Mücadele” fikri ön plana çıkmıştır.

İsmet İnönü, hatıralarında bu dönemi “karanlık” olarak nitelemekte ve kendisinin içinde bulunduğu ruh halinden bahsederken şu ifadeleri kullanmaktadır:

 

            “Umumi şartların yarattığı karamsarlık nispetinde ben hadiseleri doğru görmeye çalışmaktan başka bir arzu beslemiyordum. Şahsi hiçbir hevesim, hiçbir emelim kalmamış gibiydi. Yalnız memleketin bu bu badireden çıkması için iş başına gelen hükümetlerin neler yapabileceğini, ne istikamette bulunduklarını doğru olarak görmeye çalışıyordum. Memleket tabii bir hayata girdikten sonra, bize, yani bana ve pek çok arkadaşıma yapılacak muamele belki tamamıyla ordudan çekilmemize sebep olacaktı. O zaman hayatımızı herhangi bir köyde temin etmek de bizim için bir mesele olamazdı. Bu meseleleri, bu tarzda, teklifsiz arkadaşlarımla, hiçbir maksat gütmeksizin, hasbihal halinde konuştuğum da çok olmuştur.”[3]

 

Özellikle son cümle, Kazım Karabekir’in aktarmış olduğu “köylü olma” meselesini doğrular niteliktedir. İsmet İnönü hakkında yazılmış biyografilerden en önemlisi olan İkinci Adam‘ın yazarı Şevket Süreyya Aydemir, İsmet Paşa’nın bu karamsarlığını depresyon anlarının ruhi buhranları olarak nitelemekte ve Napolyon gibi büyük bir askerin bile bir dönem, Desirée’nin babasının kumaş mağazasında tezgâhtarlık yapmayı düşündüğünü örnek göstermektedir.[4]

A. II. İstanbul’da Mustafa Kemal ile Yapılan Görüşmeler

Mütareke döneminin karamsar havası, Mustafa Kemal ve diğer önemli komutanların faaliyetleriyle birlikte yerini kurtuluş umuduna bırakmıştır. Bu değişim İsmet Paşa’nın da hatıralarına yansımaktadır. Daha önce köylü olmayı düşünecek kadar umudunu yitiren İsmet Paşa, Mustafa Kemal ile İstanbul’da yaptığı görüşmeler sonrasında kurtuluş için askerî mücadelenin gerekliliğini savunmaya başlamıştır.[5]

Bu fikri değişime örnek olarak Mustafa Kemal ile Şişli’deki evinde yaptığı görüşmede aralarında geçen şu diyalog gösterilebilir:

            “…İyice hatırlarım, bir gün, « Anadolu’ya nasıl çıkabiliriz, nereden çıkabiliriz, yol nedir?» beraber bunları konuşuyorduk. Bir harita başında konuşuyorduk. Bana soruyordu: «Nasıl gideriz?» Ben kendisine şu cevabı verdim: «Canım her taraftan gideriz. Yol da çoktur, tedbir de çoktur. Mesele çalışmak için istikameti tayin etmektir.» Ben bu fikirdeydim.”[6]

Görüldüğü gibi İnönü, savaşmaktan çekinmemiş ve askerî mücadelenin mecburiyetini daha Mustafa Kemal Anadolu’ya geçmeden önce kavramış bir askerdir. Kazım Karabekir ile yapmış olduğu ve  iki samimi arkadaşın duygularını paylaşması olarak nitelenebilecek görüşmenin üzerinden zaman geçtikten sonra İsmet Paşa, Mustafa Kemal’e olan inancının da etkisiyle tamamen Millî Mücadele’ye odaklanmıştır.

B. ANADOLU’YA İLK GEÇİŞ VE DÖNÜŞ

B. I. Ankara’ya İlk Gidiş ve Bazı Çelişkiler

Mustafa Kemal’in önemli yetkilerle, 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Bandırma Vapuru ile yola çıkması ve 19 Mayıs’ta Samsun’a ayak basmasıyla Anadolu’da Millî Mücadele resmen başlamıştır. Bu gelişmeden sonra Anadolu’da kongreler toplanmış, Millî Mücadele fikri tüm yurda yayılmaya çalışılmıştır. Mustafa Kemal, sırasıyla Amasya, Erzurum ve Sivas’taki bu kongrelere katıldıktan sonra 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaşmıştır.[7]

İsmet Paşa’nın Anadolu’ya geçip, Ankara’ya gelişi ise Mustafa Kemal’den kısa bir süre sonra 8 Ocak 1920 tarihindedir. Ancak, bu ilk geliş hakkında bazı çelişkiler bulunmaktadır. İsmet Paşa, hatıralarında Ankara’ya ilk gelişini yazarken bunun tamamen kendi isteğiyle ve hiçbir resmî müracaat olmadan gerçekleştiğini yazmaktadır:

            “Ankara’ya gidip Atatürk ile buluşmak ve görüşmek kararını verdiğim zaman hiçbir tarafa resmi bir müracaat yapmaksızın, kimseye haber vermeden yola çıktım. Normal bir yoluculukla, normal bir yolcu olarak trenle Ankara’ya gittim. Benim gideceğimden Mustafa Kemal Paşanın da haberi yoktu…”[8]

Yine başka bir kaynakta, İsmet Paşa’nın oğlu İzzet’in doğumundan sonra aklında sadece Mustafa Kemal’in Ankara’da neler yapmış olduğu ve ailesine kısa bir yolculuğa çıkacağını söyleyerek veda ettiği yazmaktadır.[9] Dönemin önemli isimlerinden ve olaylara yakından tanık olan Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’nın hatıralarında yazdıkları da, bu gelişin habersiz olduğunu doğrular niteliktedir:

            “…Hatırladığıma göre, 8 Ocak 1920 sabahı hazırlamış olduğum müdafaa projesi ve plânı üzerinde Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek maksadiyle Heyeti Temsiliyenin bulunduğu Ziraat Mektebi binasına gitmiştim. Paşanın odasına girdiğim zaman Ankaraya gelen Erkânıharp Miralayı İsmet (Sayın İsmet İnönü) Beyi de orada görünce memnun olmuştum. Birçok muharebelerde arkadaşlık yaptığımız ve uzun yıllardan beri yakından tanıştığımız İsmet Beyle Ankarada karşılaşmak benim için hakiki bir bahtiyarlıktı.”[10]

 

Şevket Süreyya Aydemir ise İkinci Adam adlı eserinde, İsmet Paşa’nın Ankara’ya ilk gidişini anlatırken Mustafa Kemal’den çağrı geldiğini belirtmektedir.[11] İsmet İnönü’nün yazdıklarıyla Şevket Süreyya ve Ali Fuat Paşa’nın yazdıklarına bakılınca bu konu hakkındaki çelişkiler ortadan kalkmamaktadır. Çünkü, Şevket Süreyya çağrı geldiğini söylese de bu bilgiye bir kaynak göstermemiştir.

Ancak, Mustafa Kemal’in Samsun’a hareket etmeden önce İsmet Paşa’nın evine yaptığı son ziyaret ve aralarında geçen konuşma, Ankara’dan bir çağrı gelebileceğine kanıt olarak gösterilebilir. Söz konusu konuşma İsmet Paşa’nın hatıralarında “Ben yarın gidiyorum, zamanı gelince sana haber vereceğim, seni çağıracağım, sen de gelirsin…[12] şeklinde geçerken, Şevket Süreyya’nın eserindeyse “Ben yerleşinceye kadar, sen de bana yardım edeceksin ve iş başladığı vakit yanıma geleceksin[13] olarak aktarılır.

Bu konuşma dışında çağrı geldiğine delil olabilecek bir diğer önemli kaynak ise Kazım Karabekir’in yazdıkları ve telgraflarıdır. Karabekir, İstiklâl Harbimizin Esasları‘nda, kendisinin İsmet Paşa’nın Anadolu’ya geçmesini istediğini yazmaktadır: “İsmet Beyin Anadoluya gönderilmesi için Şevket Turgut ve Cevat Paşalara şifahen olduğu gibi Erzurum’dan şifre ile de ricalarda bulunmuştum. 20 Kânunusani 336 da aldığım bu şifre, beni çok memnun etti…[14]

20 Ocak 1920 tarihli söz konusu şifrede, İsmet Paşa ve Mustafa Kemal Ankara’dan Karabekir Paşa’ya selam göndermektedir. Karabekir’in, İsmet Paşa’nın Ankara’ya gelmesinden duyduğu memnuniyeti belirtmesi üzerine Mustafa Kemal de, 21 Ocak 1920’de şu telgrafı çekmiştir:

“Kâzım Karabekir Paşa Hazretlerine

Cevap:

İsmet Bey en nazik ve mühim bir devreye girdiğimizi nazarı itibara alarak bizi kıymettar mesaisinden müstefit etmek ve bu devrenin inkişafına kadar Heyeti Temsiliyede bulunmak üzere gelmiştir. Cümleten gözlerinizden öperiz.

M. Kemal”[15]

Sonuç olarak, İsmet Paşa’nın ilk kez Ankara’ya gidişi konusunda bazı çelişkiler olsa da bunlar onun Anadolu’ya isteksiz gitmesine kanıt olarak gösterilemez. Zaten kendisi, İstanbul’da bulunduğu vakit, Anadolu’daki harekete birçok konuda yardım etmiştir.[16] Söz konusu çelişkiler Anadolu’dan yani Atatürk’ten çağrı gelip gelmediği üzerinedir. Bu konuda kaynaklar her iki ihtimali de doğrular niteliktedir. Ancak, Kazım Karabekir ile Mustafa Kemal arasındaki telgraf trafiği -ki bu trafik İsmet Paşa’nın 8 Ocak’ta Ankara’ya gelmesinden bir hayli sonra gerçekleşmiştir- ve İsmet Paşa ile Atatürk’ün İstanbul’daki son görüşmeleri, çağrı gelmesi ihtimalini daha da kuvvetlendirmektedir.

B. II. Ankara’dan Dönüş: Rıza Nur ve Yenibahçeli Şükrü’nün İddiaları

İsmet İnönü, Ankara’da kaldığı süre boyunca Atatürk ile birlikte Heyeti Temsiliye karargahı olan Ziraat Mektebi binasında konaklamış ve ikili savaşın hangi yönde ilerleyeceğine dair planlar yapmıştır. İsmet Paşa, burada kaldığı süre içerisinde Heyeti Temsiliye Erkânıharbiyesi’nde çalışmıştır.

Tüm bu gelişmeler olurken İstanbul Hükûmeti’nde önemli bir değişiklik olmuş ve Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa’nın Ankara ile bağlantısı İngilizleri rahatsız ettiğinden dolayı görevinden alınmıştır.[17] Bu gelişmenin ardından 2 Şubat 1920’de yeni Harbiye Nazırı Fevzi Paşa (Çakmak) olmuştur. Cemal Paşa, Heyeti Temsiliye’den taraf olsa da Mustafa Kemal ile sık sık fikir ayrılığına düşmüştür.[18] Onun yerine Fevzi Paşa’nın gelmesi Ankara için olumlu bir gelişme olarak görülebilir.

Cemal Paşa’nın Harbiye Nazırlığı’nı bırakmasından sonra Erkânıharbiye Reisi Cevat Paşa da görevinden ayrılmıştır. Bu sırada Ankara’da bulunan İsmet Paşa, yeni Harbiye Nazırı Fevzi Paşa tarafından İstanbul’a çağrılmış ve Harbiye Nazırı Yardımcısı olarak çalışmaya başlamıştır.[19] İsmet Paşa’nın İstanbul’a geri dönmesi, yıllar sonra arkasından çeşitli iddiaları gündeme getirmiştir. Bunların en çok dile getirilenleri ise; İnönü’nün savaştan yana olmadığı için Ankara’da kalmak istemediği ve yeni evlendiğini bahane etmesidir.[20] Yenibahçeli Şükrü Oğuz hatıralarında bu geri dönüşü bir “bozgunculuk” olarak nitelemektedir.[21]

Bu iddiaları ele aldığımızda, iki iddianın da tutarsız olduğu görülmektedir. Öncelikle, Rıza Nur’un iddia ettiği gibi yeni evlendiği için Ankara’dan uzaklaşmak istemiş birinin, ilk çocuğunun (İzzet) doğumundan hemen sonra Ankara’ya gitmesi, duygularını vatan mücadelesinin önüne koymuş birinin yapacağı bir davranış değildir. Bununla birlikte, İsmet Paşa, İstanbul’a kendi isteğiyle de dönmemiştir. Paşa’nın İstanbul’a dönüp, görev almasını isteyen kişi bizzat Mustafa Kemal’dir ve bunu daha Harbiye Nazırı Cemal Paşa görevden alındığı vakit istemiştir.[22]

Mustafa Kemal, Nutuk’ta, İsmet Paşa’nın İstanbul’a gönderilmesine neden izin verdiğini şu sözlerle açıklamaktadır:

            “Efendiler, 3 Mart 1920 tarihinde, içinde fevkalâde önemli haberler bulunan bir şifre aldım. Bu şifre, İstanbul’dan İsmet Paşa ‘dan geliyordu. Ben Ankara’ya geldikten sonra, İsmet Paşa, Ankara’ya yanıma gelmişti. Birlikte çalışıyorduk. Fakat Cemal Paşa’dan sonra Harbiye Nâzırlığı’na Fevzi Paşa Hazretleri geldi. Paşa Hazretleri’nin özel istekleri üzerine ve çok önemli bir iş için İsmet Paşa’yı bu tarihten birkaç gün önce İstanbul’a göndermiştim.

Önemli saydığımız nokta şuydu : Yunanlılar taarruza hazırlanıyorlardı. Buna karşı, akla yakın olan tedbir, bütün kuvvetleri seferber ederek düzenli bir savaşa girmekti. Özellikle Fevzi Paşa Hazretleri, bu gerek ve zarureti takdir etmekteydi.

İşte, bu hazırlığı yapmak üzere İsmet Paşa’nın İstanbul’da bulunması ve hatta Genelkurmay Başkanlığı’na resmen tayin edilerek işe başlaması çok yararlı olacaktı. Bu maksatla İstanbul’a gitmesini gerekli bulmuştum.”[23]

İsmet Paşa da hatıralarında, Mustafa Kemal’in kararının İstanbul’a dönmesi yönünde olduğunu belirtmiş ve aralarında geçen diyaloğu aynen aktarmıştır: “Fevzi Paşa Harbiye Nezaretindedir, kendisi ile anlaşmak mümkündür. Senin onunla temas ederek, beraber olarak bu hazırlıkları mümkün olduğu kadar temin etmeye çalışman burada kalmandan daha faydalı olacaktır. Onun için dönmen lazım[24]

Kaynaklar incelendiğinde İsmet Paşa’nın İstanbul’da, Anadolu için çalıştığı net bir şekilde görülmektedir. Mustafa Kemal, Rauf Beyefendi’ye gönderdiği 19 Şubat 1920 tarihli şifrede, Yunanlıların İzmir’deki faaliyetleri konusunda Harbiye Nezareti’ni ve hükûmeti uyarmakta ve son olarak şunları yazmaktadır: “Bu konuda, İsmet Bey yakından askeri tasavvurlarımıza vâkıftır. Kendisine danışarak Harbiye Nazırı ile görüşmeniz ve alacağınız kati cevabı mümkün olan süratle bize ulaştırmanız hassaten rica olunur.”[25] 23 Şubat 1920 tarihinde İsmet Bey’e gönderilen şifre ve yine aynı gün 15. Kolordu Kumandanlığı’na gönderilen yazıda da İsmet Paşa’nın önemi ön plana çıkmaktadır:

            “… Hatta Araplarla ilk temas ve münasebet hükümet tarafından başlamış ve buna da hükümet tarafından zekâ ve muhakemedeki isabetiyleuzak görüşlülüğüne emin bulunduğumuz değerli arkadaşlarımızdan İsmet Bey memur olmuştu. İsmet Bey, aynı teması Heyeti Temsiliye nezdinde bulunduğu müddet zarfında devam ettirmiştir. Suriye’ye yazılı olarak gönderilen talimat, biraz da Fransızların eline düşmesi ihtimaline göre tesirli olabilecek tarzda İsmet Bey tarafından kaleme alınmıştır…”[26]

Sonuç olarak, İsmet Paşa’nın İstanbul’a dönmesi kendi keyfi kararıyla olan bir hadise değildir. Bunu isteyen kişi Mustafa Kemal’dir ve İsmet Paşa İstanbul’da mücadelenin dışına değil bizzat içine gitmiştir. Bu mücadele silahlı olmasa da istihbarat açısından oldukça önemlidir. İsmet Paşa, Mustafa Kemal’in İstanbul’da, özellikle de Harbiye Nezareti’ndeki gözü olmuştur. Mustafa Kemal’in bu isteğinin nedeni İnönü’ye duyduğu güvendir.

C. ANADOLU’YA İKİNCİ GEÇİŞ

C. I. Ankara’ya İkinci Gelişin Hikayesi

1920 yılının başında, 12 Ocak günü Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı İstanbul’da toplanmış ve ardından 28 Ocak’ta Mısak-ı Millî kabul edilmiştir. 27 Şubat tarihinde dünya devletlerine de duyurulan bu milli yemin, aslında İstanbul için bir sonun başlangıcı olmuştur. Bu geşilmeler üzerine Londra’da bir konferans toplanmış ve İtilâf Devletleri; İstanbul’un işgal edilmesine ve Kuvayi Milliye taraftarlarının tutuklanmasına karar vermiştir.[27]

Bu karar sonrası, 16 Mart 1920’de İstanbul, İtilâf Devletleri tarafından işgal edilmiş, bir karakol basılarak Türk askerleri şehit edilmiş ve Meclis-i Mebusan basılmıştır. Birçok milletvekili, aydın ve subay Malta’ya sürgüne gönderilmiştir.[28] Meclisin basılması ve çalışamaz hale gelmesi sonucunda artık Ankara’da yeni bir Milli Meclis kurmanın zamanı gelmiştir. Mustafa Kemal, 19 Mart 1920’de tüm vilayet ve kolordu komutanlarına gönderdiği bir genelge ile Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin kurulacağını ve İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’dan milletvekillerinin, aydınların Ankara’ya geçmesini istemektedir.

İsmet Paşa’nın da ikinci Ankara seyahati bu tarihten sonra başlamaktadır. 19 Mart gününün gecesinde İsmet Paşa’nın evine iki misafir gelmiştir. Birisi Anadolu’ya birlikte geçeceği Saffet Bey (Arıkan) diğeri de Mustafa Kemal’den gelen emri bildirmek için gelen Albay Reşat Bey.[29] Şevket Süreyya, emri bildirmeye gelen kişinin Emekli Albay Reşat Bey olduğunu yazsa da, İsmet Paşa hatıralarında Mustafa Kemal’den gelen çağrıyı Saffet Bey’in bildirdiğini söylemektedir.[30]

Sonuç olarak, İsmet Paşa, gelen bu çağrıya “Hazırım, hemen hareket edelim” diyerek cevap vermiş ve Ankara’ya yolculuk bu sözlerle başlamıştır. İkili ilk olarak Haydarpaşa’ya giderek oradan da trenle Maltepe’ye geçmiş ve onları Maltepe’deki Piyade Atış Okulu’nu idare eden Yenibahçeli Şükrü karşılamıştır. Ardından İsmet Paşa ve Saffet Bey geceyi geçirmek üzere Yüzbaşı Hulusi Demir Bey’in evine varmışlardır. O gece, Anadolu’ya hangi vasıta ile geçileceği sorunu kafalarını meşgul etmektedir. Çare bulunur. İsmet Bey ve Saffet Bey’e bir er elbisesi ve er kimliği verilir ve Yenibahçeli Şükrü bunları imzalar. Kağıt üzerindeki görevleri ise Üçağaç köyüne odun kesmeye gitmektir. Ankara’ya doğru yola çıktıklarında, ikiliye Yüzbaşı İhsan Bey de eşlik etmektedir.[31]

Ankara’ya doğru zor yollardan ilerleyen kafileye daha sonra başkaları da katılacak ve bir süre sonra İsmet Paşa kafilenin idarecisi olacaktır. Sırasıyla Adapazarı, Hendek, Bolu, Çerkeş ve Şabanözü rotasında devam eden 20 günlük zorlu yolculuk, 9 Nisan 1920’de son bulmuş ve kafile Ankara’da büyük bir coşku ile karşılanmıştır. Mustafa Kemal, İsmet Paşa’yı gördüğüne çok sevinmiş ve “- Hoş geldin İsmet, hoş geldin… Ne iyi ettin geldin. Bugün çok iyi ettin de çabuk geldin…” diyerek sarılmıştır.[32]

C. II. Yenibahçeli Şükrü Oğuz ve Feridun Kandemir’in İddiaları

İsmet Paşa’nın, Millî Mücadele’ye katılma konusunda isteksiz olduğu yönündeki iddialar, yukarıda da incelediğimiz şekliyle Kazım Karabekir gibi dönemin önemli isimleri tarafından dile getirilmiştir. Ancak, ikinci defa Anadolu’ya geçişinde Ankara’ya zorla götürüldüğü iddiası ilk defa Tarih Hazinesi dergisinin 1951 yılındaki 12. sayısında “Vakanüvis” imzalı “İsmet Bey(İnönü) Anadolu’ya Nasıl Gönderildi?” başlıklı yazı ile gündeme gelmiştir. (Bkz. EK 1)

Söz konusu yazıya göre, İsmet Paşa’nın ikinci defa Ankara’ya gidişinde ona yardımcı olan Yenibahçeli Şükrü Oğuz ile röportaj yapılmış ve Şükrü Bey not defterinde yazılanlara göre İsmet İnönü’nün Ankara’ya nasıl zorla gönderildiğini anlatmıştır. Yenibahçeli Şükrü, İsmet Paşa’yı Maltepe’ye getirenin Dayı Mesud’dan aldığı mektup sonrasında Saffet Bey’in olduğunu söylemektedir. Ardından, Mustafa Kemal Paşa’dan emir gelmiş, İsmet Paşa’ya söylemiş ve Paşa da “Şimdi bir şey yok. İhtiyaç olursa, icab ederse geçeriz” diyerek bu emri kabul etmemiştir. Bunun üzerine Yenibahçeli Şükrü, artık dönüş olmadığını ve Anadolu’ya geçmesi gerektiğini söyleyerek onu yola çıkmaya mecbur etmiş ve iki nefer elbisesi getirterek Saffet Bey ile yola çıkmasını sağlamıştır.[33]

Yenibahçeli Şükrü’nün 1952 yılında kaleme aldığı hatıralarında, İsmet (Bey’in) Şevki başlığı altında dergiye anlattığı konuyu yazarken kullandığı şu ifadeler dikkati çekmektedir:

            “…Bu arada İsmet Bey hatırıma geldi. Onun daha önceden Ankara’ya gittiğini fakat bozgunculuk ederek bir yolunu bulup tekrar İstanbul’a avdet ettiğini biliyordum. Onun bu hareketini hiç bir suretle affetmiyor ve her aklıma geldikçe hırslanıyordum. Nihayet ne yapıp edip onu tekrar göndermek çok hoş bir şey olacaktı. Bu kararı verdikten sonra bir yolunu bulup kendisini davet ettim. Beraberine Saffet Bey’i (Merhum Saffet Arıkan) alarak gelmeğe mecbur oldu. Arkadaşımız Demir Bey’in (Hulusi) evine misafir ettik. Başlarına geleceğini bilmediklerinden hazırlıksız gelmişlerdi.”[34]

İnönü’nün Ankara’ya zorla götürülmesi konusunda çeşitli iddialarda bulunan bir diğer isim de Feridun Kandemir’dir. Kandemir de yine Tarih Hazinesi‘nin 1952’de yayınlanan 15. sayısındaki yazısında ve daha sonra kaleme aldığı İkinci Adam Masalı kitabında benzer iddialarda bulunmuştur. (Bkz. EK 2) Gazeteci kimliğiyle öne çıkan Kandemir’in iddialarının kaynağı ise Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk İstanbul müfettişlerinden avukat Refik İsmail Bey’den dinledikleri ve Yenibahçeli Şükrü’nün yazdıklarıdır.

Kandemir’in aktardığına göre Refik İsmail ve Ali Rıza Bey, İsmet Paşa’nın Ankara’ya gitmesinin gerekli olduğunu düşünerek onu Harbiye Nezareti’nde ziyaret etmişler ve Paşa’ya: Mustafa Kemal’in kendisi gibi arkadaşlara ihtiyacı olduğunu, hemen Ankara’ya gitmesi gerektiğini söylemişlerdir. Ancak İsmet Paşa, şu an Ankara’da yapılacak bir iş olmadığını söyleyerek onların bu teklifini geri çevirmiştir. Refik İsmail’in iddiasına göre; İsmet Paşa’nın bu cevabı Ankara’ya bildirilmiş ve Mustafa Kemal, yazışmalar ile vakit kaybedilmeden Paşa’nın en hızlı şekilde Anadolu’ya geçmesini istemiştir.

İddiaya göre Ankara’dan gelen emir sonrası bu defa da Kara Vasıf Bey’le birlikte İsmet Paşa’ya gidilmiş ancak yine aynı cevap alınmıştır. Bunun üzerine Ali Rıza Bey bir plan yapmıştır:

            “… «Bu işi bana bırakın, ben yaparım.» Dedi. Ve gitti. Ne yaptı ise yaptı, İsmet beyin kulağına: «İngilizler tarafından takip edildiğini» duyurdu. Gerçekten de tâkip ediliyordu. Peşine adamlar koyarak, bu oyunu tertipleyen de yine Ali Rıza beydi. O sıralarda bu, onun klâsik oyunlarından biriydi…”[35]

 

Bu konuşmalardan sonra İsmet Paşa bu oyuna inanmış ve peşindekileri fark edip korkarak Ali Rıza Bey’den yardım istemiştir. Ali Rıza Bey de Paşa’yı güvenli bir yere götüreceğini bahane ederek Özbekler Tekkesi’ne götürmüş ve ardından İngilizlerin oraya da gelebileceklerini söyleyerek Maltepe’deki talimgah kumandanlığının bulunduğu köşke geçmişlerdir. Burada Yenibahçeli Şükrü devreye girmiş ve Kandemir daha önce de nakledildiği gibi Paşa’nın Şükrü Bey tarafından zorla Ankara’ya gönderildiğini yazmıştır.

C. III. Yenibahçeli Şükrü ve Kandemir’in İddialarına Cevaplar

Feridun Kandemir ve Yenibahçeli Şükrü’nün söz konusu iddialarında birçok çelişki bulunmaktadır. Kandemir’in iddialarından başlayacak olursak, İkinci Adam Masalı kitabında Refik İsmail ve Yenibahçeli Şükrü’nün anlattıklarını birleştirmiştir. Ancak, ikisinin anlattıkları incelendiğinde tamamen farklı hikayeler ortaya çıkmaktadır. Yenibahçeli Şükrü, Ankara’dan İsmet Paşa adına özel bir çağrı olmadığını ve bunu kendisinin tertiplediğini, Refik İsmail ise Mustafa Kemal’den iki kez sert bir dille çağrı geldiğini söylemektedir. Kandemir, hikayenin karanlık kalan kısmını tamamlamak için Yenibahçeli Şükrü’yü kullansa da,  birbirini yalanlayan bu iki iddianın farkına varamamış ya da bunu kasıtlı olarak yapmıştır.

Kaynaklara göre doğru olan ise, 19 Mart 1920’de İsmet Paşa’ya Ankara’ya gelmesi için haber gönderildiğidir. Kısacası bu yolculuğun başlamasını sağlayan; ne Refik İsmail ve Ali Rıza Bey’in ne de Yenibahçeli Şükrü’nün şahsi çabaları değildir.

Kandemir’in Refik İsmail’den aktardığı hikayedeki bir diğer önemli hata ise, Ankara’ya yolculuğun rotasıdır. Şevket Süreyya ve İnönü’nün hatıralarına göre izlenilen rota şöyledir; İsmet Paşa ve Saffet Bey, Haydarpaşa’dan trenle Maltepe’ye gitmişler ve orada Yenibahçeli Şükrü tarafından karşılanıp, geceyi Maltepe’deki Piyade Endaht Okulu subaylarından birinin evinde geçirmişlerdir.[36] Refik İsmail ise Ali Rıza Bey’in İngiliz takibinden korkan İsmet Paşa’yı ilk olarak Özbekler Tekkesi’ne götürdüğünü ve planı daha önceden bilen Saffet Bey’in de oraya geldiğini söylemektedir.[37] Kandemir, Tarih Hazinesi‘nde kaleme aldığı yazıda yine aynı hataya düşmüş ve yine kullandığı kaynaklar birbirini yalanlamıştır.[38] Çünkü, Kandemir’in alıntı yaptığı Yenibahçeli Şükrü de hatıralarında ve 1951’de Tarih Hazinesi‘ne anlattıklarında olayları şu şekilde sıralamıştır:

            “-İsmet ile Saffet Beyler, şimendüferle Maltepeye geliyorlar Dayı Mesuttan aldığı mektup üzerine İsmet Beyi bir bahane ile buraya getiren arkadaşı Saffet Beydir. Biz de ürkütmemek için her ikisini de daireye getirmiyor, doğruca mülâzım Hulûsi Demirin evine misafir ediyoruz.”[39]

Görüldüğü üzere, Refik İsmail’in anlattıkları ve Kandemir’in kendi çabaları ile tamamlamaya çalıştığı hikaye gerçekle hiçbir şekilde uyuşmamaktadır. İsmet Paşa, Refik İsmail’in anlattıklarının aksine, Saffet Bey ile birlikte yola çıkmış ve birlikte ilk olarak Özbekler Tekkesi’nde değil Maltepe’deki Hulusi Bey’in evinde konaklamıştır. Gerçekleri bir kenara bırakıp, Refik İsmail’in anlattıklarının doğru olduğu kabul etsek bile, Harbiye Nezareti’nde Ankara ile bizzat temas halinde olan ve Maltepe gibi İngilizlerin gözlerini diktiği bir yeri bilecek kadar bilgiye sahip olan İsmet Paşa’nın, “korkmuş bir çocuk gibi” Ali Rıza Bey’in peşine takılıp; İngilizler’den kaçtığını söylemek pek inandırıcı olmayacaktır.

Yenibahçeli Şükrü Oğuz’un iddialarına gelecek olursak, dergideki röportaj yayınlandıktan sonra büyük yankı uyandırmış ve dönemin önemli gazetelerinden Son Telgraf‘ta karşılıklı tartışma başlamıştır. 22 Ağustos 1951 tarihinde Eski Gaziantep Milletvekili Bekir Kaleli’nin, Son Telgraf‘ta yayınlanan “İnönü Anadolu’ya zorla mı geçirildi?” yazısı ile tartışmanın fitili ateşlenmiştir. Bekir Kaleli, İsmet Paşa’nın Maltepe’den Ankara’ya yolculuğunda yanında görevli bulunmuş ve Yenibahçeli Şükrü’nün emrinde çalışmış bir askerdir. Yazısında, kendi hatıra defterindeki notlardan olayları anlatmakta ve daha sonra Kocaeli’nde Şükrü Bey ile birlikte görev yaparken sık sık bu olay üzerine konuşmalarına rağmen o zaman neden İsmet İnönü’nün zorla gönderilmesinden hiç bahsetmediğini sorgulamaktadır. Ayrıca, İsmet İnönü’nün o günkü rütbesinin Maltepe’deki İngiliz tehlikesini bilecek kadar yüksek olduğunu ve bu yüzden Anadolu’ya geçme isteğinden başka hiçbir bahanenin Paşa’yı oraya getiremeyeceğini ifade etmiştir. Tüm bunların dışında, ani ve zorunlu olarak yola çıkmasına rağmen ailesine neden not bırakmadığına da dikkat çekmiştir.[40]

Kaleli, 23 Ağustos’ta devam ettiği yazısında, Saffet Arıkan ile rahmetli olmadan önce bu konuyu konuştuklarını ancak ondan böyle bir şey duymadığını ve olayların içinde yer alan yakın arkadaşlarından Esad Bey ile Dayı Mesud’un da İnönü’nün zorla gönderildiğine dair tek kelime dahi etmediklerini yazmıştır. Yazının devamındaysa İsmet Paşa’nın Atatürk ile ilk günden beri temas halinde olduğunu kanıtlamak amacıyla Nutuk’tan alıntılara yer vermiştir. Bekir Kaleli’nin yazılarında, konunun dışında olan kişisel ithamlar da bulunmaktadır.[41]

Son Telgraf‘ta konu hakkında tartışmalar kapanmamış, hemen ardından 24 Ağustos’ta, yine İsmet Paşa’nın Ankara’ya yaptığı yolculukta bizzat görev alan Kıdemli Yüzbaşı İhsan Bey’in Yenibahçeli Şükrü’ye yazdığı cevap mektubu yayınlanmıştır. Yüzbaşı İhsan Bey olayın şahidi olarak o günü şöyle anlatmıştır:

            “…16 Mart Günü Üsküdar jandarma komutanı Remzi beyin haber göndermesi üzerine Dudullu köyüne inerek toplanan tüfek, mekanizma ve cephaneninteşkil ettiği kırk kadar araba ile birlikte tekrar Kurna köyüne naklettiğim sırada, Kartal jandarma komutanı İzzet beyin gönderdiği haber üzerine yorgunluğuma rağmen ve bir çok tehlikelere maruz kalarak Maltepe’ye indim. Ve piyada atış mektebi piyade bölüğü komutanı Hulûsi beyin evine gittim. Bu evde beni miralay İsmet beyle Saffet Arıkan bekliyorlardı. Ellerinde birer mavzer ve bir sandık da cephane vardı. Miralay İsmet bey bana 16 Mart hâdisesi üzerine derhal Anadoluya geçmeğe karar vermiş olduğunu ve kendilerini Anadoluya geçirmek üzere beklemekte olduklarını söyledi…[42] (Bkz. EK 3)

Verilen bu cevapların ardından konu 7 Eylül 1951 tarihine kadar kapanmıştır. 7 Eylül’de ise  Son Telgraf, Emekli Binbaşı Mehmet Ali Atalay’ın mektubunu ve Yenibahçeli Şükrü’nün Bekir Kaleli’ye verdiği cevabı yayınlamıştır. Mehmet Ali Atalay mektubunda, 1920 yılının sonlarında Rize’de Yenibahçeli Şükrü ile aynı sofrada bulunduğunu aktarmış ve onu kendi sözleri ile eleştirmiştir:

            “…Rizede mülâki olduğunuz ve mükellef sofranızda eski hatıraları tazelerken mevzu Anadolu harekâtı milliyesine intikal etti. Bu sofrada miralay İsmet Bey bazı maiyetiyle Anadoluya iltihak ettiğini haber aldığınızı söylediğinizi unutmuş iseniz ben hatırlatayım. (İnönüyü ben zorla gönderdim demediniz.)…”[43](Bkz. EK 4)

Aynı başlığın altında Yenibahçeli Şükrü’nün cevabı yer almaktadır. Şükrü Bey, İsmet Paşa hakkındaki iddialarını yinelemiş ve Bekir Kaleli’nin o günkü rütbesini delil göstererek Kaleli’nin olayın iç yüzünü bilemeyeceğini yazmıştır. Yenibahçeli de, Kaleli gibi kişisel meselelere girmiş ve kendisine yöneltilen eleştirilere cevap vermiştir. İkili arasındaki tartışma Son Telgraf‘ın 9 ve 18 Eylül’de yayınlanan sayfalarında da yer bulmuş ancak tartışma tamamen kişiselleşmiştir.[44] (Bkz. EK 5)

Bütün bu iddiaların hedefindeki isim İsmet İnönü ise hakkında yazılanlara ancak 1968 yılında Abdi İpekçi’ye verdiği röportaj dizisinde dolaylı olarak cevap vermiştir. Abdi İpekçi’nin “Başlangıçta, Ankara’ya geldikten sonra tekrar lstanbul’a dönüşünüz Milli Mücadele’ye katılmakta geçirdiğiniz bir tereddütle yorumlanır. Doğru mudur?” sorusuna İsmet İnönü’nün verdiği cevap gayet nettir:

           

            “Tereddütü, mereddütü yok… Ankara’ya gelip çalışmaya başladıktan bir süre sonra İstanbul’a çağırdılar beni… Bu, önemli bir kararın alınmasıyla ilgiliydi. O sıralarda zabit ve Harbiye nazırları Anadolu hareketine karşı az çok müsait görünüyorlardı. Onlarla temasta bulunarak Anadolu’ya yardım temin etmek meselesi… Bunun için gittim lstanbul’a… Sonra İstanbul işgal edilince Atatürk haber yolladı “Ankara’ya gel,” diye … Derhal geldim.”[45]

 

SONUÇ        

İsmet İnönü hakkındaki iddialar incelendiğinde ve dönemin diğer kaynakları ile karşılaştırıldığında bu iddialardaki tutarsızlıklar çok net olarak görülmektedir. Söz konusu kaynakların ise tümünü yalanlamak veya yok saymak bilimsel olarak mümkün değildir. Ancak, bu çalışma sonucunda sadece sözlü anlatıma dayanan ve başka kaynaklarla desteklenmeyen iddiaların, tutarsız ya da tamamen asılsız olduğu ortaya konulmuştur. İnönü’ye karşı yapılan suçlamaların nedeni ise, Millî Mücadele sonrasındaki siyasî faaliyetleri ve bazı şahsiyetlerin Millî Mücadele’den kendine kahramanlık payı çıkarma ihtiraslarıdır. Bu suçlamaların çoğunun Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidarı kaybettiği dönemde ortaya çıkması da gözlerden kaçmamalıdır. Demokrat Parti devrinde, İnönü’ye karşı şiddete varacak derecede sert tutum izlendiği de bilinmektedir. Kısacası, bu suçlamalarda, siyasî çıkarların gözetildiğini ve İnönü’nün halkın gözündeki itibarının düşürülmesinin amaçlandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Sonuç olarak, Kazım Karabekir’in aktardığı ve İnönü’nün de yazdıklarıyla doğruladığı gibi bir “köylü olma” veya “uzaklaşma” istediği söz konusu olsa da, bu sadece kısa süreli bir karamsarlık dönemidir. Çocukluğundan itibaren asker olmak isteyen, girdiği askerî okulları birincilik ile bitiren, Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı tecrübesi olan bir subayın Milli Mücadele’den kaçtığını ya da zorla katıldığını söylemek mantığa ve en önemlisi de tarihi delillere göre yanlıştır. Manevi açıdan bakıldığındaysa, savaş sırasında ölen oğlu İzzet’in cenazesine bile katılamayan İsmet İnönü’nün hatırasına yapılan bir saygısızlıktır.

_______________________________

[1] Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizin Esasları, Sinan Matbaası, İstanbul, 1951, s. 7.

[2] İsmet İnönü, Hatıralar, Cilt I, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1985, s. 167.

[3] İsmet İnönü, a.g.e., s. 172.

[4] Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Cilt I, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1966,  s 124.

[5] İnönü, a.g.e., s. 194.

[6] A.g.e., s. 174.

[7] Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2014, s. 185.

[8] İnönü, a.g.e., s. 177.

[9] Gülsün Bilgehan, Mevhibe, Bilgi Yayınları, Ankara, 1994, s. 55.

[10] Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, Vatan Neşriyat, İstanbul, 1953,  s. 276-277.

[11] Aydemir, a.g.e., s. 127.

[12] İnönü, a.g.e., s. 176.

[13] Aydemir, a.g.e., s.126.

[14] Karabekir, a.g.e., s. 159.

[15] Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991, s. 179.

[16] Yusuf Ziya Ortaç,  İsmet İnönü, Yeni Matbaa, İstanbul, 1962, s. 46 vd.

[17] Salahi R. Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihabarat Servisi’nin Türkiye’deki Eylemleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013, s. 63.

[18] Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Cilt III, Altındağ Yayınevi, İstanbul, 1967, s. 604.

[19] Metin Heper, İsmet İnönü (Yeni Bir Yorum Denemesi), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1999, s 15.

[20] Rıza Nur, a.g.e., s. 578.

[21] Yaşar Semiz, Ömer Akdağ, Yenibahçeli Şükrü Bey’in Hatıraları, Çizgi Kitabevi, Konya, 2011, s. 148.

[22] M. Tayyip Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s. 551.

[23] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, (Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan) Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi, İstanbul, 1995, s. 269.

[24] İnönü, a.g.e., s. 184.

[25] Atatürk’ün Bütün Eserleri 6. Cilt (1919-1920), Kaynak Yayınları, İstanbul, 1998, s. 351.

[26] A.g.e., s. 384.

[27] Cumhuriyet Tarihi I, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2014. s. 187-188.

[28] İsmet İnönü, Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1987, s. 15.

[29] Aydemir, a.g.e., s. 130-131.

[30] İnönü, a.g.e., s. 185.

[31] Aydemir, a.g.e., s. 132.

[32] Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1978, s. 267.

[33] Vaka’nüvis, “İsmet Bey (İnönü) Anadolu’ya Nasıl Gönderildi?”, Tarih Hazinesi, Sayı 12, Temmuz 1951, s. 586-589.

[34] Yaşar Semiz, Ömer Akdağ, a.g.e., s. 148.

[35] Feridun Kandemir, İkinci Adam Masalı, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul, 1968, s. 61.

[36] Aydemir, a.g.e., s. 132; İnönü, a.g.e., s. 185.

[37] Kandemir, a.g.e., s. 62.

[38] Kandemir, “İsmet Paşa (İnönü) Anadoluya Nasıl Geçti?”, Tarih Hazinesi, Sayı 15, Nisan 1952, s. 788-791.

[39] Vaka’nüvis, a.g.m., s. 589.

[40] Bekir Kaleli, “İnönü Anadolu’ya zorla mı geçirildi?”, Son Telgraf, Sayı 5290, 22 Ağustos 1951, s. 2.

[41] Bekir Kaleli, “İnönü Anadolu’ya zorla mı geçirildi? II”,  Son Telgraf, Sayı 5291, 23 Ağustos 1951, s. 2-4.

[42] “İsmet İnönü’nün Anadolu’ya geçişi”, Son Telgraf, Sayı 5262, 24 Ağustos 1951, s. 2.

[43] “Yenibahçeli Şükrü bey eskiden nasıl konuşurdu?”, Son Telgraf, Sayı 5306, 7 Eylül 1951, s. 2-4.

[44] Bekir Kaleli, “Cumhuriyetimizin ruhunu kundaklayan yalanlar”, Son Telgraf, Sayı 5308, 9 Eylül 1951, s. 2-4.; “Uzayan bir münakaşa: Bekir Kaleliye cevap”, Son Telgraf, Sayı 5314, 18 Eylül 1951, s. 2.

[45] Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, Cem Yayınevi, İstanbul, 1981, s. 29-31.

EKLER

 

EK 1: “İsmet Bey(İnönü) Anadolu’ya Nasıl Gönderildi?” Tarih Hazinesi, Temmuz 1951.

FFT257023.jpg

EK 2: Kandemir, “İsmet Paşa(İnönü) Anadoluya Nasıl Geçti?”, Tarih Hazinesi, Nisan 1952.

FFT257008.jpg

EK 3: “İsmet İnönü’nün Anadolu’ya geçişi”, Son Telgraf, 24 Ağustos 1951.

24-agustos-kirpik

 

EK 4: “Yenibahçeli Şükrü bey eskiden nasıl konuşurdu?”, Son Telgraf, 7 Eylül 1951.

7 Eylül 2. sayfa KIRPIK.jpg

EK 5: “Uzayan bir münakaşa: Bekir Kaleliye cevap”, Son Telgraf, 18 Eylül 1951.

18 Eylül kırpık.jpg

BİBLİYOGRAFYA

 

Kitaplar

AYDEMİR, Şevket Süreyya, İkinci Adam, Cilt I, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1966.

ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk, (Bugünkü Dille Yayına Hazırlayan) Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi, İstanbul, 1995.

Atatürk’ün Bütün Eserleri 6. Cilt (1919-1920), Kaynak Yayınları, İstanbul, 1998.

Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991.

BİLGEHAN, Gülsün, Mevhibe, Bilgi Yayınları, Ankara, 1994.

CEBESOY, Ali Fuat, Milli Mücadele Hatıraları, Vatan Neşriyat, İstanbul, 1953.

Cumhuriyet Tarihi I, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2014.

GÖKBİLGİN, M. Tayyip, Milli Mücadele Başlarken, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.

HEPER, Metin, İsmet İnönü (Yeni Bir Yorum Denemesi), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1999.

İsmet İnönü, Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1987.

İNÖNÜ, İsmet, Hatıralar, Cilt I, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1985.

İPEKÇİ, Abdi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, Cem Yayınevi, İstanbul, 1981.

KANDEMİR, Feridun, İkinci Adam Masalı, Yakın Tarihimiz Yayınları, İstanbul, 1968.

KARABEKİR, Kazım, İstiklal Harbimizin Esasları, Sinan Matbaası, İstanbul, 1951.

NADİ, Yunus, Kurtuluş Savaşı Anıları, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1978.

NUR, Rıza, Hayat ve Hatıratım, Cilt III, Altındağ Yayınevi, İstanbul, 1967.

ORTAÇ, Yusuf Ziya,  İsmet İnönü, Yeni Matbaa, İstanbul, 1962.

SEMİZ, Yaşar ve Ömer Akdağ, Yenibahçeli Şükrü Bey’in Hatıraları, Çizgi Kitabevi, Konya, 2011.

SONYEL, Salahi R., Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihabarat Servisi’nin Türkiye’deki Eylemleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013.

Dergi ve Gazete Makaleleri

Vaka’nüvis, “İsmet Bey (İnönü) Anadolu’ya Nasıl Gönderildi?”, Tarih Hazinesi, Sayı 12, Temmuz 1951.

KANDEMİR, Feridun, “İsmet Paşa (İnönü) Anadoluya Nasıl Geçti?”, Tarih Hazinesi, Sayı 15, Nisan 1952.

KALELİ, Bekir, “İnönü Anadolu’ya zorla mı geçirildi?”, Son Telgraf, Sayı 5290, 22 Ağustos 1951.

____________, “İnönü Anadolu’ya zorla mı geçirildi? II”, Son Telgraf, Sayı 5291, 23 Ağustos 1951.

____________, “Cumhuriyetimizin ruhunu kundaklayan yalanlar”, Son Telgraf, Sayı 5308, 9 Eylül 1951.

“İsmet İnönü’nün Anadolu’ya geçişi”, Son Telgraf, Sayı 5262, 24 Ağustos 1951.

“Yenibahçeli Şükrü bey eskiden nasıl konuşurdu?”, Son Telgraf, Sayı 5306, 7 Eylül 1951.

“Uzayan bir münakaşa: Bekir Kaleliye cevap”, Son Telgraf, Sayı 5314, 18 Eylül 1951.

[Bu yazı kaynak gösterilmeden kullanılamaz!]

 

 

 

 

 

 

 

Atatürk, Koyun ve Natali Avazyan: Bir Yalanın Anatomisi

1937 04 02 e

Söz konusu fotoğraf, ilk olarak bundan üç yıl önce 14 Ekim 2013 tarihinde @NataliAVAZYAN adlı Twitter hesabı tarafından “Mustafa Kemal Atatürk, kızı Ülkü sanırım Kurban bayramı hazırlıkları” notuyla paylaşılmıştır. (bkz. http://goo.gl/8mrmjN)

natali01

Natali Avazyan, her yıl benzer notlarla fotoğrafı paylaşmaya devam etmiştir. (diğer yıllardaki paylaşımlar için bkz. 2014: http://goo.gl/UzIcIf , 2015: http://goo.gl/ZN9EaL )

Fotoğrafın daha da popüler olmasını sağlayan ise dönemin MHP Milletvekili Lütfü Türkkan’ın paylaşımıdır. Türkkan aynı fotoğrafı 16 Ekim 2013 tarihinde “1936 yılı Kurban Bayramı. Atatürk Orman Çiftliği. Gazi Mustafa Kemal ve Ülkü Adatepe..” notuyla paylaşmıştır. (bkz. http://goo.gl/FSPv2f )

Ekran Görüntüsü (340)

2014 yılına gelindiğinde ise fotoğraf iyice meşhur olup, gazete haberlerine konu olacaktır. Bu dönemde fotoğrafın tekrar gündeme gelmesini sağlayan kişi ise Radikal yazarı Ayşe Hür olmuştur. Ayşe Hür, 5 Ekim 2014 tarihli “Atatürk zamanında dini bayramlar nasıl kutlanırdı?” başlıklı yazısında fotoğrafa yer vermiştir. (bkz. http://goo.gl/bj74BZ )

Radikal gazetesindeki yazıdan sonra Akşam, Ensonhaber, Yeni Akit gibi haber siteleri de bu fırsatı kaçırmamışlardır. Yapılan haberlerde, günün yirmi dört saati yerden yere vurulan Atatürk, bu sefer kurban seçtiği için sahiplenilmiş ve o dönem kurban kesilmesini eleştiren Leman Sam’a karşı kullanılmıştır. (Söz konusu haberler için bkz. Ensonhaber, “Atatürk’ün kurbanlık koyunla çekilen fotoğrafı” 05.10.2014, http://goo.gl/8vO3M8.   Yeni Akit, “Mustafa Kemal de mi IŞİD’çiydi?” 06.10.2014, http://goo.gl/6zCW0e)

Her yerde 4 Mart 1936 Kurban Bayramı diye paylaşılan fotoğrafın gerçek hikayesi ise tamamen farklı. Söz konusu fotoğraf 4 Mart 1936’da değil Atatürk’ün 2 Nisan 1937 tarihinde gerçekleştirdiği Atatürk Orman Çiftliği ziyaretinde çekilmiştir. (bkz. http://goo.gl/0yALCl)

1937 04 02 ej

Fotoğrafın gerçek çekilme tarihi olan 2 Nisan’ın ise Kurban Bayramı ile yakından uzaktan alakası yoktur. 1937 yılında Kurban Bayramı 22 Şubat Pazartesi gününe denk gelmektedir. (bkz. http://goo.gl/sEpsiU ) Yani ne bir Kurban Bayramı sabahı ne de Kurban Bayramı hazırlığı söz konusu değildir. Zira fotoğraf 1937 yılındaki Kurban Bayramı’ndan neredeyse 2 ay sonra çekilmiştir.

Sonuç olarak, Atatürk’ün dinle ilişkisi her zaman tartışılmış ve Atatürk kimileri tarafından dindar kimileri tarafından da din düşmanı olarak tanımlanmıştır. Bu tanımları destekleyecek deliller de bu fotoğrafta da olduğu gibi çoğu zaman uydurulmuştur. Ancak fotoğrafı ilk “Kurban Bayramı” notuyla paylaşan Natali Avazyan’ın böyle bir amacının olduğunu söylemek yanlış olacaktır. Avazyan’ın bu paylaşımı yapmasındaki amaç en fazla ilgi çekmek ya da beğeni almak olabilir.

Sevr’deki Görünmez Adam: Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa

 

5 Ağustos Cuma günü YouTube’dan rastgele Yalçın Küçük videoları izliyordum. Bir videodan diğerine zıplarken Arif’in Manchester’a attığı gole sıra gelmeden hemen önce kendimi Teke Tek programında Murat Bardakçı ve Yalçın Küçük’ün, Can Dündar’ın Mustafa filmini tartıştıkları videoda buldum. Yalçın Küçük ellerini titrete titrete bir şeyler anlatırken Murat Bardakçı’nın bir cümlesi kafamda şimşeklerin çakmasına neden oldu. Bardakçı, Sevr konusunda konuşurken “Damat Ferit Sevr’i imzalayanlar arasında yoktu” mealinde bir cümle sarf etti. Bu bilgiyi artık çoğumuz biliyorduk ama hâlâ kafama takılan bir şey vardı. Çünkü, Damat Ferit’in Sevr’i imzalarken çekilmiş fotoğrafını sosyal medyada gördüğüme adım kadar emindim. Bu fotoğrafı araştırırken, yine Sevr ile ilgili bir görselde daha ciddi bir hata ile karşılaştım. Şimdi bu iki hatayı basit bir şekilde aktarıyorum.

HATA 1: Damat Ferit Sevr’i İmzaladı mı?

İlk olarak, Damat Ferit’in Sevr’i imzaladığını iddia eden sosyal medya kaynaklarına göz atalım. Bunlardan en önemlisi T24 adlı haber sitesindeki bir yazı. Kağan Sezgin’in Taner Akçam ile Ermeni meselesi üzerine yaptığı mülakata yer verilen “Dink cinayeti cumhuriyet tarihinin en organize cinayeti, gerçekten çözülebilse 1915 de çözülecek”[1] başlıklı haberde Akçam’ın Cumhuriyet tarihi ile ilgili birçok değerlendirmesi bulunmakta. Değerlendirmeler de ufak görsellerle desteklenmiş. Bu görsellerin arasında Sevr’in imzalanmasından bir fotoğraf var ve fotoğrafa şöyle bir not düşülmüş: ” Damat Ferit Paşa Sevr Anlaşması’nı imzalarken / 10 Ağustos 1920″.

Ekran Görüntüsü (292).png
T24 sitesindeki haberde kullanılan görsel

Kullanılan görsel de yazımıza konu olan ve birazdan açıklayacağımız meşhur fotoğraf. Ancak öncelikle bu hatanın başkaları tarafından da yapıldığını göstermek için bir kaç örnek göstermek gerekiyor:

Ekran Görüntüsü (294)
Twitter’dan konu ile ilgili bazı örnekler

Söz konusu fotoğrafa gelirsek, birçok kişinin zannettiğinin aksine fotoğraftaki kişi Damat Ferit Paşa değil, Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa’dır.

HADİ PAŞA ifşa (22)
Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa Sevr Antlaşması’nı imzalarken

Damat Ferit Paşa, Sevr’i imzalayanlar arasında bulunmamaktadır. Anlaşmayı imzalamak için üç kişi görevlendirilmiştir. Bunlar: Rıza Tevfik, Reşat Halis ve Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa’dır.[2] (Bkz. Sevr Antlaşma metninde son sayfa: http://goo.gl/X85Bcn )

Almanach_illustré_du_Petit_Parisien__bpt6k57739650
Almanach illustré du Petit Parisien 1921 sayfa 14

Tüm bunlar yeterli gelmedi, bunlar resmi bilgiler diyorsanız eğer Sevr’in imzacılarından Rıza Tevfik de o anları anlatırken Damat Ferit’in adını zikretmemiştir:

“…Teklif olunan maddeler de önceden Babıali’nin bilgisindeydi. Şura-yı Saltanat’ta ise teklif olunacak barış koşullarının kabulüne karar verilmiş olduğundan, bizlere sadece boyunlarımızı büküp vesikayı imzalamak mecburiyeti düşüyordu. Hatta galip devletler yalnız imza ile yetinmeyip bir de mühür istediklerini Babıali’ye ihtar etmişlerdi. Ben de o zaman “R.T” harflerinden oluşan bir mühür kazdırmış ve yanıma almıştım. Sonra bizleri çağırdılar. Biz de, sırasıyla, önce Hadi Paşa, sonra ben, daha sonra da Reşat Halis Bey, antlaşmayı imzaladık ve mühürledik. Sonra salondan çıkıp gittik…”[3]

HATA 2: Hadi Paşa mı? Tevfik Paşa mı?

İkinci yanlış bilgi ise Sevr heyetini bir gemi güvertesinde gösteren fotoğrafta, orada olmamasına rağmen Mehmed Hadi Paşa’nın adının zikredilmesidir. Bu yanlışın yer aldığı en önemli kaynak Açıköğretim Fakülteleri için hazırlanan Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi 1 kitabıdır. (Bkz. sayfa 140)

Ekran Görüntüsü (303)

Bunun dışında, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin “SEVR ANTLAŞMASI: ÖLÜMÜ GÖSTERİP SITMAYA RAZI ETMEK Mİ?”[4] adlı yazısında;

Ekran Görüntüsü (298)

Wikipedia’nın “Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa”[5] maddesinde kullanılan görselde aynı yanlışın tekrarlandığını görmekteyiz:

Ekran Görüntüsü (299)

Fotoğrafı inceleyecek olursak; sağdan ikinci konumda duran kişi, yüz olarak ya da fiziki özellik olarak Mehmed Hadi Paşa’ya benzememektedir. Benzerlik ve olaya dahil olma açısından bakıldığında bu kişinin Maliye Nazırı Tevfik Paşa olma ihtimali daha yüksektir.

-Saray Hainlerinin Unutulmaz İhanetiSevr (10)

Çünkü, Maliye Nazırı Tevfik Paşa söz konusu fotoğraftaki kişilerle birlikte seyahat etmiş ve bu seyahat başka fotoğraflara da yansımıştır:

Almanach_illustré_du_Petit_Parisien__bpt6k57739650 (1)
Almanach illustré du Petit Parisien 1921 sayfa 13
sevrkurul
Soldan üçüncüden itibaren: Rıza Tevfik, Tevfik Paşa, Damat Ferit, Maliye Nazırı Tevfik Paşa, Reşad Halis Bey.

Sonuç olarak, ikinci hata ilkinden daha da önemli. Çünkü ilk hata basit bir araştırmayla düzeltilebilir ancak bu hata, yazılmasında birçok önemli tarihçinin görev aldığı Açıköğretim kitaplarında ve akademisyen sıfatı olan yazarların yazılarında tekrarlanmaktadır. Bu tarz hataların ortaya çıkmasının en önemli nedeni arşiv oluşturma ve fotoğraf çekme/kaydetme kültürünün ülkemizde yaygınlaşmamasıdır. Fotoğrafların arkalarına, çekildiği tarih ve fotoğrafta bulunan kişilerin not alınması; araştırmalarda veya eserlerde kullanılan fotoğraflara her zaman not düşülmesi bu tarz hataların yaşanmasına engel olacaktır.

S.Bayraktar

[!] Bu yazı kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

_____________________________________________

[1] http://goo.gl/ma5wua

[2] Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2014, s. 206.

[3] Atilla Oral, Charles Harington, Demkar Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 181.

[4] http://goo.gl/FvBqrz

[5] https://goo.gl/EGHVM9

E- Darbe Bibliyografyası

1027785230

  

 

NOT: Bu bibliyografyada, darbeler hakkında yazılmış bütün eserler yer almamakta sadece İnternet üzerinden erişilebilen makaleler, gazete haberleri ve kitap indirme linkleri bulunmaktadır. Eserler rastgele sıralanmıştır.

 

 

  • Zehra Arslan, Vatan Cephesi Davası (Kararname, Savunmalar ve Karar), History Studies: International Journal of History, Volume 4, Issue 2, Temmuz /July 2012.(http://goo.gl/zIgui6 )

 

  • Ülkü Ayşe Oğuzhan Böğrekçi, Siyaset, Medya ve Ordu Üçgeninde 27 Mayıs Atmosferi: “Karanlığa Direnen Yıldız” Üzerinden Bir Bakış, Turkish Studies, Volume 8/9 Summer 2013, p. 1913-1932. (http://goo.gl/rhzioX)

 

  • Meltem Önder, 1960 Darbesi Sürecinde Akis Dergisi, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XIV/28 (2014-Bahar/Spring), ss. 283-306. (http://goo.gl/K7StLe)

 

  • Şerife Özgün Çıtak, 1980 Askeri Darbesinin Yazılı Magazin Basınındaki Yansıması ve Basının Magazinleşmesi, Yüksek Lisans Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Afyonkarahisar, Ağustos 2007. (http://goo.gl/72WUms)

 

 

  • İrfan Neziroğlu, Türkiye’de Askeri Müdahaleler ve Basın, Türkiye Demokrasi Vakfı Yayınları, Aralık 2003. (http://goo.gl/J3hEJj)

 

  • Bahar Tugen, 1960-1980 Darbeleri Arasında Türk Sinemasında Düşünce Oluşumu ve Filmlerin Sosyolojik Görünümleri, Yüzyılda Eğitim ve Toplum, Cilt 3 Sayı 7 Bahar 2014, s. 159-175. (http://goo.gl/kXKHlk)

 

  • Diren Çakmak, Yeni İstanbul Gazetesi Gözünden 27 Mayıs’ın Anlamı, Gazi Akademik  Bakış, Cilt 4, Sayı 8, Yaz 2011, s. 113-126. (http://goo.gl/onzJNx)

 

 

 

  • Pınar Kaya Özçelik, 12 Eylül’ü Anlamak, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 66-1, s. 73-93.(http://goo.gl/yyrioz)

 

  • Hasan Duran, Ahmet Karaca, 1950-1980 Döneminde Türkiye – Ortadoğu İlişkileri, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 14, Sayı 1, 2013. (http://goo.gl/3AR17c)

 

 

 

 

  • Macit Balık, Türk Romanında 12 Eylül Darbesi, Turkish Studies, Volume 4 /1-II Winter 2009, s.2374-2411. (http://goo.gl/2R3RCJ)

 

  • Nedim Yalansız, 27 Mayıs Darbesi Sonrası Celal Bayar ve Eski Demokrat Partililerin Türk Siyasi Hayatına Etkileri, Turkish Studies, Volume 7/3, Summer, 2012, s. 2585-2598. (http://goo.gl/VsMZdZ)

 

 

 

  • Abdulvahap Akıncı, Türkiye’de Askeri Vesayetin Tesisi ve Demokratikleşmeye Olan Etkisi, Akademik İncelemeler Dergisi, Cilt 8, Sayı 1, Yıl 2013, s. 93-123. (http://goo.gl/JJHz4M)

 

 

  • Dr. Nurettin Gülmez, Süleyman Aşık, 27 Mayıs 1960 Darbesi Sürecinde Havadis Gazetesi, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 12, Sayı 3, Eylül 2014. s. 72-96. (http://goo.gl/PO3GdD)

 

 

  • Abdulvahap Akıncı, Türkiye’nin Darbe Geleneği: 1960 ve 1971 Müdahaleleri, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi, Nisan 2014, Cilt 9, Sayı 1, s. 55- 72. (http://goo.gl/I6kHMj)

 

  • Sedef Bulut, Üçüncü Dönem Demokrat Parti İktidarı (1957-1960): Siyasi Baskılar ve Tahkikat Komisyonu, Gazi Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 4, Yaz 2009, s. 125-145 (http://goo.gl/1noI3N)

 

  • Gökhan Erdem, 12 Eylül Darbesi’nin Türkiye’nin Avrupa İle İlişkilerine Etkileri: Avrupa Topluluğu ve Avrupa Konseyi’yle İlişkiler, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 14, Sayı 1 (Yıl 2015), s. 29-64. (http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/16/2008/20958.pdf)

 

 

 

  • Dilek Kırkpınar, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ nin Gençliğin Üzerindeki Etkileri, Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, İzmir, 2009. (http://goo.gl/RJEDVA)

 

  • Derya Kayacan, 1960 Askeri Darbesinin Üniversitelere Müdahalesi ve 147’ler, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara 2013. (http://goo.gl/sYOo0Q)

 

  • Yeşim Demir, Albay Talat Aydemir’in Darbe Girişimleri, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt 12, (2006/Bahar), s. 155-171. (http://goo.gl/JXqt34)

 

  • Zafer Tangülü, Demokrat Parti Dönemi Eğitim Politikaları (1950-1960), Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt 10, Sayı 2, Bahar 2012, s. 389-410. (http://goo.gl/bjE04j)

 

 

  • Hanife Kuru, 27 Mayıs 1960 İhtilal Dönemi; İktidar-Muhalefet İlişkileri, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt 3, Sayı 8, s. 243 – 258. (http://goo.gl/BRPd6z)

 

 

  • Birsen Örs, Türkiye’de Yaşayan Ermenilerin “12 Eylül” Algılaması, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Sayı 34, Mart 2006. (http://goo.gl/N5GiS1)

 

 

  • Abdulvahap Akıncı, Türk Siyasal Hayatında 1980 Sonrası Darbeler ve E-Muhtıra, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 15, Sayı 2, Aralık 2013, s. 39-58. (http://goo.gl/vUjqX3)

 

  • Süha Göney, Üniversite Tarihinde Ellili Yıllar ve 27 Mayıs İhtilalinin Etkileri, Sosyoloji Dergisi, Dizi 3, Sayı 23, 2011, s. 259 – 324. (http://goo.gl/tukCCG)

 

  • Sedef Bulut, 27 Mayıs 1960’tan Günümüze Paylaşılamayan Demokrat Parti Mirası, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 19, Mayıs 2009, s. 73-90.(http://goo.gl/VRwytV)

 

  • Tekin Önal, Fatin Rüştü Zorlu’nun Siyasi Mücadelesi (Mayıs 1954-Mayıs 1960) , Gazi Akademik Bakış, Cilt 8, Sayı 15, Kış 2014, s. 161-188. (http://goo.gl/qUYJv0)

 

  • Ezgi Pınar, 27 Mayıs’ın İzinde Türk Solu ve Milliyetçilik: Kemalizm ve Yön Hareketi, Milli Demokratik Devrim, Mülkiye Dergisi, Cilt 32, Sayı 260, 2008, s. 193-205. (http://goo.gl/CoiGEd)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  • Ferudun Fazıl Tülbentçi, Demokrat Parti döneminde politika ile ilgilenmiş ve 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra Yassıada’da tutuklu kalmış Samet Ağaoğlu’nun yolsuzlukları ile ilgili yazı : (https://goo.gl/whs9U7)

 

 

 

  • Hayri Alpar, Bize Göre. (Yeni bir mücadele devri açılırken. 27 Mayıs 1960 ihtilali sonrasına dair) : (https://goo.gl/yJvUkO)

 

  • Falih Rıfkı Atay, Nereye doğru gidiyoruz? 27 Mayıs 1960 İhtilali sırasında dünyada yaşanan diğer gelişmeler (atom sığınağı hazırlıkları vb.) ve buna Türkiye’nin duruşuna dair değerlendirme. : (https://goo.gl/cEi6kA)

 

  • Nizam Payzın, Ankara’da Hürriyet mücadelesi nasıl başlamıştı? 27 Mayıs Cuma sabahı her şey halloldu ve Türk milleti için yeni bir devir başladı. : (https://goo.gl/JQY3hj)

 

  • Nizam Payzın, Harp Okulu Kumandanı Tuğgeneral Sıtkı Ulay okulun 27 Mayıs harekâtını anlatıyor. : (https://goo.gl/NDxDwZ)

 

  • Cevat Fehmi Başkut, İkinci Cumhuriyetin İhtilâl Meclisi Üyeleri: 3. Başbakanlık Müsteşarı Albay Alparslan Türkeş ile görüşme. : (https://goo.gl/luN2UN)

 

 

  • Abdi İpekçi, Ömer Sami Coşar, Milliyet Gazetesi İhtilal’in İçyüzü Yazı Dizisi: (https://goo.gl/h8MaJb)

 

 

          

 

İslâmcı Basında Şemseddin Günaltay Hükûmeti: Sebilürreşad ve Büyük Doğu Örneği 5 (Sonuç ve Bibliyografya)

SONUÇ

CHP ve seçmeni için laiklik rejimin olmazsa olmaz ilkesidir. Şemseddin Günaltay gibi İslâmcı camianın içinden gelen birinin başbakan olması, parti içinde rejim korkusu yaşanmasına neden olmuştur. Günaltay, koltuğa oturduğu ilk günden itibaren uğradığı baskıya aldırmaksızın, vaat ettiği icraatları yerine getirmeye başlamıştır. Din eğitimi, Seçim Kanunu ve liberal politikaların uygulanması gibi büyük ve önemli adımlar atmıştır.

20151215_164503

İslâmcı basın ise Günaltay’a her zaman daha önceki CHP liderlerinden farklı bakmıştır. Günaltay onlar için bir ”üstad” veya bir ”hoca” olmuştur. Günaltay’a yöneltilen eleştiriler de bu saygı çerçevesinde dile getirilmiştir. Aslında gösterilen bu saygının bir diğer önemli nedeni de, Günaltay’ı CHP’yi değiştirecek bir kurtarıcı olarak görmeleridir. Onlara göre Günaltay, CHP’nin geçmişte yaptığı din konusundaki hatalardan dönmesini sağlayacak tek ve son kişidir. Bu yüzden Sebilürreşad ve Büyük Doğu örneğinde de gördüğümüz gibi Günaltay’a gazete ve dergi sayfalarından sık sık çağrılar yapılmıştır.

Ayrıca, Günaltay’ın İslâmcı basını umutlandıran bir diğer önemli özelliği de milliyetçi ve antikomünist olmasıdır. II. Dünya Savaşı sonrası başlayan ABD ve Rusya çekişmesinde Türkiye, anti komünist cephede yer almıştır. Bu yüzden hükûmetlerin politikaları da bu yönde şekillenmiştir. Ancak İslâmcılar, CHP’nin komünizm ile ilişkisi olduğunu iddia etmişler ve Köy Enstitüleri’nin komünizmi yayma amacıyla kurulduğunu dile getirmişlerdir. Araştırmamızda da görüleceği gibi bir çok milletvekili ve bakan, dergi sayfalarında komünist sıfatı ile ifşa edilmiş ve açık bir şekilde hedef gösterilmiştir. İslâmcıların bunu yapmalarına cesaret veren ise, yukarıda da bahsettiğimiz gibi Günaltay’ın antikomünist bir milliyetçi olmasıdır.

2015-12-22 14.09.08-1

Söz konusu dergiler her ne kadar Günaltay’ı CHP’den ayrı bir yere koysalar da, siyasî düşüncelerinin temellerinin din hürriyetine bağlı olduğunu beyan etmişlerdir. Bu nedenle Günaltay’a verilen kredi, onun icraatlarına göre uzayacak veya kısalacaktır. Dergiler, CHP’ye olan sert eleştirilerini hiçbir zaman azaltmasalar da bu kıstasa dikkat etmeyi ihmal etmemişlerdir. Büyük Doğu ve Sebilürreşad, DP’ye yakın gözükmelerinin yanında Günaltay’ın icraatlarını da takdir etmekten geri durmamışlardır. Ancak bunu yaparken, bu icraatların arkasında CHP’nin seçim öncesi halka şirin gözükme politikasının olup olamadığını da sorgulamışlardır.

Sonuç olarak, bakıldığında dergilerin Günaltay’a karşı tutumları din ile ilgili politikalara göre değişim göstermiştir. İlk başlarda ”üstad” ve ”hoca” olan Günaltay, dinî hürriyeti kısıtlayacağını iddia ettikleri 163. madde yasalaşınca birden dergilerin hedef tahtasına oturmuştur. Söz konusu dergilerde ve yazarlarında CHP’ye karşı geçmişten gelen bir ön yargı olsa da Günaltay bunu aşmayı başarmış ancak daha sonra yapmış olduğu dinî çevreleri rahatsız eden bazı açıklamalar ve icraatlar, bu olumlu bakışı sonlandırmıştır.

 

                                                                    ***********

BİBLİYOGRAFYA

Resmi Yayınlar

T.B.M.M., Tutarıak Dergisi, birleşim: 104, oturum : 3, (8 Haztran 1949).

T.B.M.M., Tutanak Dergisi, VIII. Dönern, içtirna: 3. c. 20

Hükümetler – Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri, Türkiye Büyük Millet Meclis Başkanlığı Yayınları, Cilt I, Ekim 2013.

Kitaplar ve Makaleler

AHMAD, Faroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), Hil Yayın, İstanbul, 1996.

AKŞİN, Sina, Türkiye Tarihi 4, Cem Yayınevi, İstanbul, 2000.

AYDIN, Muhammet Şevki, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni Yetiştirme ve İstihdamı (1923-1998), Akabe Kitabevi, Ankara, 2000.

ARABACI, Caner, ”Sebilürreşad’ın Cumhuriyet ve Yeniliklere Bakışı”, Selçuk İletişim, 1999, Cilt. 1, Sayı. 1, s. 13-23.

ÇETİNKAYA, Bayram Ali, Türkiyenin Modernleşmesi Sürecinde Şemsettin Günaltay, Araştırma Yayınları, Ankara, 2003.

EFE, Adem, ”Sebîlürreşâd”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2009, c. 36.

GÜN, Fahrettin, Din-Siyaset ve Laiklik (1948 – 1954), Beyan Yayınları, İstanbul, 2001.

GÜNGÖR, Süleyman, ”14 Mayıs 1950 Seçimleri ve CHP’de Bunalım”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2010, Sayı:21, s. 193-194.

KARPAT, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.

KILIÇ, Ziya, ”Büyük Doğu Mecmuası’nın Yayın Hayatına Başlaması, Yapısı, Yayın Politikası, Sosyal ve Siyasî Görüşleri (1943-1951)”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 2006.

OKAY, Orhan, ”Büyük Doğu”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1992, c. 6.

DERGİLER ve GAZETELER

Sebilürreşad Dergisi

Büyük Doğu Dergisi

Büyük Doğu Gazetesi

Sebilürreşad’dan Makaleler

EDİB, Eşref, ”Günaltay’ın Başkanlığı ve Akisleri”, Sebilürreşad, Cilt. 2, Sayı. 29, (1949).

_________, ”Partilerin Din Siyaseti”, Sebilürreşad, Cilt. IV, Sayı. 76, (1950).

_________, ”Dini Siyasete Alet Edenler”, Sebilürreşad, Cilt. IV, Sayı. 77, (1950).

_________, ”Onlar İçin hidayet kapıları kapalıdır”, Sebilürreşad, Cilt. I, Sayı. 3, (1948).

KÖSEMEN, Avukat Yusuf Ziya, ”Mazi ile rabıtamızı kesmek isteyen millet düşmanları”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 64, (1949).

OGAN, M. Raif, ”Açık Dilekçe”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 64, (1949).

_________, ”Mübarek Büyüklerimizin Türbelerini Açtırmıyan Bazı Milletvekilleri”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 71, (1950).

”Lâiklik dine tahakküm demek değildir”, Kudret Gazetesi, (Ankara)’ndan nakl., Sebilürreşad, Cilt. II, Sayı. 36, (1949).

”Sebülürreşadın müslüman kardeşlerine nasihatı”, Sebilürreşad, Cilt. II, Sayı. 48, (1949).

”Memleketimizde kutsiyet duygusu yaşıyacaktır”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 60, (1949).

”İslâm Dininin Esas ve Mahiyeti Hakkında”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 65, (1949).

”İslâm Dininin Esas ve Mahiyeti Hakkında”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 65, (1949).

”Cumhur Başkanından bir istirhamımız var”, Sebilürreşad, Cilt. I, No. 6, (1948).

‘Müfritler İş Başında”, Sebilürreşad, Cilt. I, No. 5, (1948).

Büyük Doğu Gazete ve Dergisi’nden Makaleler

Dedektif X Bir, ”Başbakana Beyannamemizdir!”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 10.

__________, “İşte”, Büyük Doğu Dergisi, Sayı: 2, İstanbul, 21 Ekim 1949.

__________, “Hesap”, Büyük Doğu Dergisi, Sayı: 1, İstanbul, 14 Ekim 1949.

__________, “Ölçü”, Büyük Doğu Dergisi, Sayı: 4, İstanbul, 4 Kasım 1949.

KISAKÜREK, N. Fazıl, ”Başbakan”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 11.

__________, ”Büyük Doğuculara”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 15.

__________, ”Bu ifşadan sonra Hükumet İstifa Etmelidir!”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 9.

__________, ”YARDIM”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 18.

Be. De., ”Kongre”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 8.

Prof. Ş. U., ”Bu Kanun”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 15.

ZAPSU, Abdürrahim, ”Ne Bekledik, Ne Verdiler? Ne İstedik, Ne Aldık?”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 6.

”Yeni Kabine”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 1.

”Din Dersleri”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 1.

‘Ey Cehalet”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 1.

”Başbakan”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 4.

”Köy Enstitüleri”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 5.

”Maskeler Aşağı”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 16.

”Okuyunuz!”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 12.

İslâmcı Basında Şemseddin Günaltay Hükûmeti: Sebilürreşad ve Büyük Doğu Örneği 4 (Büyük Doğu ve CHP)

IV. BÜYÜK DOĞU VE CHP

IV.1. Büyük Doğu’nun CHP’ye Karşı Tavrı

Çeşitli nedenlerle yayın hayatına ara vermek zorunda kalan Büyük Doğu, 1949 yılında yeniden yayınlanmaya başladığında Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti arasında siyasal çekişme had safhaya ulaşmıştır. 1947’deki kurultay sonrası ılımlı kanadın hâkim olduğu CHP, tüm bu adımlara rağmen DP’lilerin sert muhalefetine maruz kalıyordu. Büyük Doğu da kendi ilkelerine göre bu çekişmede tarafını belirlemişti.

Büyük Doğu Dergisi, iki partiye de eşit mesafede durmaya çalışmış ve iki partiyi de eleştirmiştir. Ancak bu eleştiriler esnasında kullanılan dil ve üslup farklılık göstermiştir. Ne kadar tarafsız olmaya çalışılsa da DP’ye karşı daha samimi bir dil kullanılırken, CHP çok sert bir dille eleştirilmiştir. Derginin sahibi ve başyazarı Necip Fazıl Kısakürek’in iyi bir edebiyatçı olması ve halk tarafından saygı görmesi, dergide yayınlanan yazıların ülke gündemine oturmasına da vesile olmuştur.

”Dedektif X Bir” müstearıyla yazan Necip Fazıl’ın hedefinde ilk olarak Cumhuriyet Halk Partisi bulunmaktadır. Bu eleştiriler zamanla daha da sertleşerek yerini hakarete bırakmış ve Necip Fazıl yine ”Dedektif X Bir” takma adıyla yazdığı bir yazıda İsmet İnönü’ye sağır demiştir. Hedefteki isimler arasında sadece İsmet İnönü bulunmamakta CHP’nin tüm vekilleri ayrım gözetilmeden eleştirilmektedir. Masonluğun ele alındığı bir yazıda, mecliste bulunan 92 milletvekilinin mason olduğu dile getirilmiştir.[1] Ayrıca CHP ve DP’nin bu halkın değil dış güçlerin partileri oldukları ifade edilmiştir.

Büyük Doğu, cumhuriyet rejimini eleştirirken Mustafa Kemal Atatürk’ü de eleştirmeyi ihmal etmemiş ancak bunu yasalar nedeniyle üstü kapalı olarak yapmıştır. Necip Fazıl, masonluk ile ilgili yazısında, ülkenin başına gelen bütün kötülüklerin Selânik’ten geldiğini söyleyerek Atatürk’e dolaylı yoldan gönderme yapmıştır.[2] Ancak, İnönü’ye yapılan eleştiriler çok açık bir şekilde dile getirilmiş ve İnönü’nün özel hayatı, askerlik dönemi, şahsiyeti yazıların konusu yapılmıştır.

Dergide tek parti döneminde yaşanan ve tartışma yaratan olaylar tekrar ele alınmış ve yakın dönem tarihi yeniden yazılmaya çalışılmıştır. Dersim ve Şeyh Sait İsyanı gibi tarihi olaylar yeni bir bakış açısıyla değerlendirilmiş, bunların İslâmi bir ayaklanma oldukları söylenmiş ve CHP’ye din karşıtı olduğu iddiasıyla yüklenilmiştir. Tartışmaların bir diğer önemli konusu da Türkçe Ezan meselesi olmuştur. Dedektif X Bir, ezanın Türkçe okunduğu süreci ayrıntılarıyla anlatmış ve CHP’nin savunmalarına sert bir dille cevap vermiştir. [3]

Büyük Doğu‘nun CHP eleştirilerinin temelinde her zaman ”batılılaşma” bulunmaktadır. Dedektif X Bir, Cumhuriyetin ilânı ile başlayan devrimlerin, batılılaşma hareketlerinin milleti köksüzleştirdiğini iddia etmiştir. Cuhmuriyet ve resmî tarih ile hesaplaşmanın dönüm noktasını ise Lozan Anlaşması oluşturmuştur. Büyük Doğu‘ya göre Cumhuriyet, Masonik ve Yahudi örgütleri tarafından gizli bir şekilde desteklenerek kurulmuştur. Lozan Anlaşması hakkında çok sayıda makale yayınlanmış ve bu yazılarda, görüşmelere katılan Haham Haim Nahum’un perde arkasında batılı ülkelerle pazarlık yaptığı iddia edilmiştir. Lozan Anlaşması ise zafer değil, tamamıyla bir hezimettir.[4]

Derginin devrimleri ele alırken üzerinde durduğu bir diğer önemli konu da, batılılaşma hareketlerine ses çıkarmayan Türk münevverleri olmuştur. Büyük Doğu‘ya göre Türk milletinin ”köksüzleşme” ve ahlâki çöküntü yaşamasının başta gelen sorumlularından biri de Türk aydınlarıdır.[5] Ayrıca Necip Fazıl, batılılaşma ile birlikte sosyal hayatta yaşanan değişimlerin sonucunda ortaya çıkan ahlâkî çöküntüyü çok sık işlemiş ve yazılarında bunu kanıtlar nitelikte olan halk röportajlarına yer vermiştir.[6]

Büyük Doğu, başlangıçta tarafsız bir görüntü çizse de siyasî partiler arasında her zaman CHP’ye daha fazla yüklenmiştir. Bunun nedeni şüphesiz CHP’nin cumhuriyetin kurucu partisi olarak görülmesi; batıcı ve laik devrimlere imza atmış olmasıdır. Çünkü Necip Fazıl siyasete dini fayda-zarar çerçevesinden bakmaya çalışmıştır.

IV. 2. Büyük Doğu’da Şemseddin Günaltay Hükûmeti

Büyük Doğu‘da, Şemseddin Günaltay’ın başbakan olması ile diğer İslâmcı aydınlar ve yayın organları gibi bir beklenti oluşmuştur. Ancak diğer yayın organlarının dışında Büyük Doğu‘da özellikle de Necip Fazıl’ın etkisiyle sert bil dil kullanılmaya devam edilmiştir. Mart 1949’da yayınlanan ”Yeni Kabine” adlı kısa yazıda Günaltay’ın kurmuş olduğu kabine üzerinde durulmuş ve kabinenin renksiz, rayihasız, kedersiz, kaygısız, gayretsiz ve cansız olduğu yorumu yapılmıştır.[7] Ayrıca, Günaltay ve geçmişi hakkında şu ifadelere yer verilmiştir:

”Bir zamanlar medrese iklimine bulanmış, Şemseddin hoca diye anılmış, inkılâp yıllarında hocalığına rağmen kimseye medrese duvarlarının soğukluğunu telkin etmemek gibi bir zarafet gösterebilmiş, kendisini inkılâba mal etmek sırrından hiç bir ân gafil yaşamış ve bazılarınca bir din âlimi tanınmış olan Şemseddin Günaltay, işte böyle bir Günaltay’dır; yâni o, Zâl oğlu Rüstem değildir.”[8]

Yine aynı sayıda, Günaltay Hükûmeti’nin ilk icraatlarından din derslerinin okullarda okutulması meselesi işlenmiştir. Büyük Doğu, CHP’deki din konusundaki bu yumuşamayı kendi başarısı olarak göstermekten de geri durmamıştır ve işin daha bitmediği, asıl meselenin CHP’nin din üzerindeki tahakkümünü tamamen bitirmek olduğu vurgulanmıştır.[9]  Ancak din derslerinin ilk ve orta dereceli okullarda okutulmaya başlaması ve İlahiyât Fakültesinin açılması Büyük Doğu‘nun beklentilerini karşılamamıştır. Derginin yazarlarından Abdürrahim Zapsu, ”Ne Bekledik, Ne Verdiler? Ne İstedik, Ne Aldık?” başlıklı yazısında bu konuya değinmiş ve memnuniyetsizliklerini yazmıştır:

”Fakat kurs olsun, fakülte olsun, ihtiyaca cevap verebilmek ve isminin belirttiği gayeye hizmet edebilmek imkânından «mümkün» kelimesinin son haddiyle uzaktır. Kursta okuyan kimselere dinin zaruretleri öğretilmemektedir. Hattâ içlerinde, Kur’an okumayı bilmiyen ve Fatiha’yı ezbere okuyamıyanlar vardır. İlâhiyat Fakültesini ifade etmek için de, oraya seçilen profesörlerin meşrep ve şahsiyetlerini, şöyle uzaktan belirtmek yeter… Bunlar arasında, kendisine soyadı olarak «Buda» ismini alacak derecede Müslümanlığa bağlı (!) insanlar bulunmaktadır…

İlk mekteplerdeki din derslerinin hali ise büsbütün feci… Dini, bilhassa genç ve hiçbir dinî inceliğe aşina olmıyan öğretmenler elinde büsbütün başka türlü göstermek istiyorlar. Bu tarzda öğretmenlerden birinin, Antalyada bir mektepte, talebesine:

«- Namazdan ne çıkar? Allah ona muhtaç mıdır? Siz fakirlere iyilik etmeğe bakın!»

diyecek kadar din adı altında dinsizlik dersi vermeğe kalktığını duymıyan kalmamıştır.

Biz ne istedik, ne verdiler? Ne bekledik, ne aldık? Acaba onlar da intihap sandığının başında bizden ne bekliyecekler ve ne alacaklar? Fakat aramızda şu fark var ki, onlar bizden vermediğimizi almayı, yahut almış görünmeyi bilir de, biz, vermeyi va’dettiklerini almayı bilmeyiz.”[10]

Din eğitimi konusunda tartışmalar yaşanırken gündemi Kur’an’ın Türkçe okunulması meselesi de işgal etmeye başlamıştır. Mecliste CHP’li bir vekilin, bütün dünyanın dinî kitaplarını kendi dillerinde okuduğunu iddia etmesi üzerine Büyük Doğu‘da ”Ey Cehalet!” başlıklı, sert üsluplu bir yazı yayınlanmıştır. Yazıda bu yorumun yanlış olduğu dünyadan örnekler verilerek açıklanmıştır.[11]

Şemseddin Günaltay, 1949’da Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle bir açıklama yapmış ve eski CHP’nin artık değiştiğini ve daha da değişeceğini söylemiştir. Büyük Doğu da bu açıklamayı vermiş ve altına imâlı bir şekilde şu notu düşmüştür: ”Hakikat ne olursa olsun, sırf nefs emniyetini elde etmek bakımından bizatihi telkin tecrübesine tâbi tutulan hiçbir medyom, hiçbir ayna karşısında bu kadar muazzam bir nikbinlik gösteremez. Güneşin batmasına mâni olacak derecede süratle koştuğunu iddia eden süvari…”[12]

CHP Ankara merkez ilçe kongresi 28 Kasım 1949 günü toplanmış ve Başbakan Şemseddin Günaltay bu kongrede konuşmuştur. Başbakan konuşmasında, ülkeyi zora sokmak amacında olanların varlığından ve bu amaçla dışarıdan propagandalar yapıldığından bahsetmiştir. Necip Fazıl, Be. De. Müstearıyla yazdığı ”Hadiselerin Muhasebesi” köşesinde, ”Kongre” başlığı altında bu kongreyi ele almış ve başbakana şu soruyu sormuştur: ”Acaba Başbakan, dışarıdan gelen propagandalar üslûbiyle söylediği bu sözlerle, komünistleri mi kastediyor? Herhalde kasdini biraz belli etse fena olmaz. Bu sözleri başkası söylese «sui zannı mucip neşriyat» maddesinden Savcılık harekete geçerdi’[13] Necip Fazıl aynı yazısının devamında CHP’yi de alaycı bir üslupla eleştirmiş ve şu ifadeleri kulanmıştır:

”Başbakanın «mukaddes varlık» tabiriyle ifadelendirdiği Halk Partisine gelince… Affedersiniz, konuşmayacağız!

Konuş C. H. P. konuş:

«- Sizi biz yarattık, yoktan var ettik! Millet demek C.H.P. demektir! Zümre menfaati üzerine kurulmamış tek parti biziz! Öbürleri yaşayamaz! Biz parti değil, Türkiyeyiz!, Türklüğüz!»

Ve sen ey tarih, C.H.P.nin bu sesini, Reşat Aydınlı’nın sesini alan plâğın arka tarafına kaydet! İstikbalin dosyaları, tıklım tıklım yalınız bu sesle dolacaktır.”[14]

Büyük Doğu‘nun en önemli hedeflerinden biri komünizm olmuştur. Dergide komünizm üzerine uzun yazı dizileri yayınlanmış ve devlet içerisinde geçmişte veya aynı dönemde görev yapan komünist isimler sayfalarda açık bir şekilde ifşa edilmiştir. Köy Enstitüleri de komünizmin Anadolu’ya yayılmasında etkili olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. 8 Nisan 1949’da yayınlanan ”Köy Enstitüleri” başlıklı yazıda enstitüler, ”Türk köylüsünü bütün ismet ve mukaddesatından sıyırıp komünistleştirmek ve köylü sınıfına dayanan, materyalist, Allah ve ahlâk düşmanı bir nesil yetiştirmek için atılan temel” olarak nitelenmiş ve ”tarih boyunca Türk bütünlüğüne yapılan suikastların en büyüğü” oldukları söylenmiştir. Enstitülerin mimarları olarak da Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç hedef tahtasına oturtulmuştur.[15]

CHP’nin bazı milletvekillerinin ve bakanların geçmişte komünizm hakkında etmiş oldukları laflar dergide ifşa edilmiş ve hükûmetin istifa etmesi için baskılar yapılmıştır. Necip Fazıl, derginin 9. sayısında Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ı hedef almış ve hükûmetin istifa etmesini istemiştir. ”Bu ifşadan sonra Hükûmet İstifa Etmelidir!” adlı yazıda, ”Bu ifşa dünyanın neresinde intişar etse hükûmet istifa eder” yorumu yapılmış ve netice kısmında hükûmete çağrı yapılmıştır:

”40- Şemsettin Günaltay kabinsi istifa edip kendisini tam bir tasfiyeye tâbi tutmadıkça, içindeki komünist düşmanı milliyetçi unsurları vaziyete hâkim kılmadıkça,durmadan ilân ettiği anti-komünist cepheyi teşkilâtlandırıp harekete geçmedikçe, zaten tek taraflı şansa bağlı bulunmak gibi mecburî bir ıstırap ifade eden vaziyetimizi kurtarmanın imkânı yoktur!”[16]

Necip Fazıl, Dedektif X Bir müstearıyla yazdığı ”Başbakana Beyannamemizdir!” adlı bir başka yazısında CHP’li Nurullah Sümer’i, geçmişte Kurtuluş gazetesinde yazmış olduğu yazı dolayısıyla komünist olmakla suçlamış ve Başbakan Şemseddin Günaltay’a şikayet edip, gereğini yapması istemiştir.[17]

Büyük Doğu, CHP’yi komünizmi Türk milletine yaymak ile suçlarken her zaman Günaltay’ı ayrı bir yere koymuştur. Onun milliyetçi ve anti-komünist olduğu vurgulanmış ve parti içindeki komünist odaklara karşı dikkatli olması söylenmiştir. Örneğin ”Maskeler Aşağı” adlı makalede, parti içinde komünist cephenin harekete geçeceği dile getirilmiş ve planları hakkında bilgi verilmiştir:

”C. H.P. içinde de mühim oyunlar oynanıyor Şemsettin Günaltayın iki haftadan beri giriştiği icraat, komünistleri az sinirlendirmemiştir. Bu icraat arasında, Nurullah Sümerin tasfiyesinden, Dışişleri Umumî Kâtibi Fuat Carımın bir sefarete nakline kadar, gerçekten hayli mühim işler vardır. Bunların, daha zengin mikyasta arkası geleceğinden de şüphe edilmemektedir.

İşte C. H. P. kulislerindeki oyun, şudur ki, Şemsettin Günaltaydan taahhüt olarak herkese beklettikleri Basın ve Seçim kanunlarını (sabote) etmek ve Meclisten çıkartmamak şartile, şimdi ona muhalefet saflarından her türlü hücuma müsait bir zaaf noktası hazırlamış bulunuyorlar. Şemsettin Günaltayı böylece zaafa uğratıp devirmek isteyen de, C. H. P. nin, ipleri komünistlerin elindeki bazı unsurlarıdır. D. P. Kongresinde, Şemsettin Günaltayın, vaadlerini tutmayan bir Başbakan sıfatile hücumlara maruz kalması, bu unsurlar tarafından, şimdiden temin olunmuş vaziyettedir.”[18]

Derginin 11. sayısında, Şemsettin Günaltay’ın gazetecilerle yaptığı konuşma konu edilmiş; zamanında sözünü verdiği Basın Kanunu ve Seçim Kanunu gibi vaatlerin neden hâlâ yerine getirilmediği sorgulanmıştır. Bu gecikmede de Günaltay suçlu bulunmamış, neden olarak parti içindeki gizli odaklar işaret edilmiştir.[19]

CHP iktidarının son yıllarında yayınlanan ve sert eleştiriler yapmaktan hiç çekinmeyen Büyük Doğu, herhangi bir engelle karşılaşmamıştır. Ancak, 27 Mayıs 1949 yılında yayınlanan ”Okuyunuz!” adlı yazıda derginin CHP’nin sabotajına uğradığı ve hatta emniyet mensupları tarafından toplatıldığı iddia edilmiştir.[20]

Günaltay’ın iktidarı döneminde en çok tartışma yaratan ve İslâmcılar ile arasının açılmasına neden olan mesele 163. maddenin yasalaşması olmuştur. Bu mesele gündeme geldiğinde Büyük Doğu‘da da infial yaşanmıştır. Büyük Doğu‘nun bu maddeye karşı olamasının nedeni diğer İslâmcı yayın ve yazarlardan farklıdır. Çünkü Büyük Doğu aynı zamanda bir cemiyet olma özelliğine de sahiptir. 163. maddeye göre; dergi ve cemiyetin faaliyetlerinin durdurulması gündeme gelebilecektir.

Kanunun çıkmasının ardından Büyük Doğu‘nun 15. sayısının yarıdan fazlası bu konuya ayrılmıştır. İlk sayfada, Necip Fazıl’ın kaleme aldığı ”Büyük Doğuculara” ve ”Başbakana” başlıklı iki kısa yazı yayınlanmıştır. Büyük Doğuculara başlığı altında, Necip Fazıl, Büyük Doğu Cemiyeti’nin çıkan kanundan korkmadığını ve gocunacak bir şeyleri olmadığını ifade etmiştir. ”Başbakana” kısmında ise şunları söylemiştir:

”Sağ ve sol mevzuundaki kanun Meclisten geçerken bazı beyanlarınız, siz başta bulundukça Hükûmetin bu kanunu, gerçek ve kanun nazarında suçsuz müslümanlara karşı bir istismar vesile olarak kullanmıyacağını ifade etti. Bu ifadeye nazaran siz ve Hükûmetiniz, daha ziyade solculuk ve komünistlik düşmanısınız ve bu yolda en küçük bir davranışı bile yeni kanun vasıtasile hemen takipten geri kalmayacaksınız.

Sözlerinizi ve maksadınızı senet iddihaz ettiğimizi bildirir: bunu tarafınızdan bir namus taahhüdü olarak kabul eder ve kanun yolunda dâva hedefimize doğru en erkek ve korkusuz adımlarla yürümekte devam edeceğimizi arzederiz! Hürmetlerile”[21]

Bu yazının hemen arka sayfasında ise Prof. Ş. U. müstearıyla yazılan ”Bu Kanun” adlı yazıda, kanun genel hatlarıyla tanıtılmış ve yorum yapılmıştır. Yazara göre kanun, komünistleri anında satırın altına alabilecek özelliklere sahip olsa da Müslümanın da her an hedef tahtasına konulabilmesini sağlayabilirdi. Bu yüzden yazar Müslümanlara şu nasihati vermiştir:

”Bu vaziyet karşısında Müslümanlara düşen borç, kanunun samimî olması gereken dış ölçülerine uyup, onun istemediğini yapmaktan çekinmek şartile, garazsız ve ivassız olarak, dinlerinin ve ibadetlerinin emrettiği her şeyi, açıkça, şerefle, faziletle yerine getirip gerisini ve herşeyi Allaha havale etmektir. Bizim de yapacağımız bundan başka bir şey olmayacaktır”[22]

Büyük Doğu‘daki tartışmalar genel itibariyle Komünizm ve laiklik-din eksenindedir. Ancak, sosyal hayatı her defasında çok ince ayrıntıları ile ele alan Necip Fazıl, ekonomik gelişmeleri de gözden kaçırmamış ve yazılarında işlemiştir. Günaltay döneminde, II. Dünya Savaşı sonrasında Komünizm – ABD emperyalizmi çekişmesinin bir neticesi olarak Amerika’dan para yardımı alınmaktadır. Necip Fazıl, 1001 Çerçeve adlı köşesinde ”Yardım” başlığı altında ABD yardımı hakkında kısa bir yorumda bulunmuş ve bunu yaparken de olaya dinî ve ahlâkî açıdan bakmayı tercih etmiştir. Yazıda ABD yardımını şu şekilde tanımlamıştır: ” AMERİKAN Yardımı malzemesi içinde her şey var, bir şey yok: İman ve ahlâk malzemesi…”[23]

____________________________________________

[1] Ziya Kılıç, ”Büyük Doğu Mecmuası’nın Yayın Hayatına Başlaması, Yapısı, Yayın Politikası, Sosyal ve Siyasî Görüşleri (1943-1951)”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 2006, s. 27.

[2] Nazan Üstün, ”Büyük Doğu Mecmuası’nın Siyasal Analizi”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2011, s. 89.

[3] Ziya Kılıç, a.g.e., s. 30.

[4] Dedektif X Bir; “İşte”, Büyük Doğu Dergisi, Sayı: 2, İstanbul, 21 Ekim 1949, s. 3.

[5] Dedektif X Bir; “Hesap”, Büyük Doğu Dergisi, Sayı: 1, İstanbul, 14 Ekim 1949, s. 3.

[6] Dedektif X Bir; “Ölçü”, Büyük Doğu Dergisi, Sayı: 4, İstanbul, 4 Kasım 1949, s. 3.

[7] ”Yeni Kabine”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı: 1, s. 1-4.

[8] A.g.m., s.1-4.

[9] ”Din Dersleri”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı: 1, s. 1.

[10] Abdürrahim Zapsu, ”Ne Bekledik, Ne Verdiler? Ne İstedik, Ne Aldık?”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 6, s. 8.

[11] ”Ey Cehalet”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 1, s. 2.

[12] ”Başbakan”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 4, s. 8.

[13] Be. De., ”Kongre”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 8, s. 9.

[14] Be. De., A.g.m., s. 9.

[15] ”Köy Enstitüleri”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 5, s. 1.

[16] Necip Fazıl Kısakürek, ”Bu ifşadan sonra Hükumet İstifa Etmelidir!”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 9, s. 1.

[17] Dedektif X Bir, ”Başbakana Beyannamemizdir!”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 10, s. 1.

[18] ”Maskeler Aşağı”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 16, s. 4.

[19] Necip Fazıl Kısakürek, ”Başbakan”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 11, s. 1.

[20] ”Okuyunuz!”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 12, s. 2.

[21] Necip Fazıl Kısakürek, ”Büyük Doğuculara”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 15, s. 1.

[22] Prof. Ş. U., ”Bu Kanun”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 15, s. 2.

[23] Necip Fazıl Kısakürek, ”YARDIM”, Büyük Doğu, Beşinci Yıl, Sayı. 18, s. 1.

 

İslâmcı Basında Şemseddin Günaltay Hükûmeti: Sebilürreşad ve Büyük Doğu Örneği 3 (Sebilürreşad ve CHP)

III. SEBİLÜRREŞAD VE CHP

III.1. Sebilürreşad Dergisi’nin CHP’ye Karşı Tavrı

Eşref Edip öncülüğünde yayınlanmaya başlayan Sebilürreşad, gündemine aldığı her konuyu İslâm çerçevesinden bakarak işlemiştir. Dergi, yayınlandığı ilk günden beri İslâmcı camianın en önemli yayın organı olmayı başarmış ve gündem belirleyici bir özelliğe sahip olmuştur. Milli Mücadele’de zor şartlar altında çıkarmış olduğu sayılarla halkı manevi yönden besleyen Sebilürreşad, 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması’na kadar geçen süreçte cumhuriyetin kurucu kadrolarıyla da arasını iyi tutmuştur.

Sebilürreşad’ın ve baş yazarı Eşref Edip’in partileri değerlendirirken dikkat ettikleri etken din olmuştur. Eşref Edip’e göre bir partinin desteklenip desteklenmemesini belirleyen özellik; dine ve din hürriyetine karşı olup olmamasıdır. Vatandaşlar dine karşı olan partilere oy vermemeli, parti içinde görev alıyorlarsa da bu tutuma karşı çıkıp, istifa etmelidirler.[1]

Eşref Edip, yine aynı yazısında partileri din hürriyetinin sağlanması için bir araç olarak görmekte ve oy verecek ”hakikî” Müslümanlara şu çağrıyı yapmaktadır:

”Öyle ise seçim gününde hakiki müslümanlar kendilerini kat’iyen parti ihtirasına kaptırmıyacaklar, hangi partiden olursa olsunlar, evvela din, sonra parti diyecekler. Dini partiye değil, partiyi fazaili diniyenin inkişafına hizmet ettirecektir. Binaenaleyh partilerin gösterecekleri namzetlere körü körüne rey vermiyecekler. O şahsın imânına, faziletine, sadakat ve istikametine itimadları varsa ona rey verecekler, itimadları yoksa reyini ona vermiyecekler, kendi partilerinden olsa da.”[2]

Sebilürreşad, dini merkezine alarak siyaseti yorumlarken aynı zamanda dini siyasete alet eden kişilere de her zaman karşı çıkmıştır. Dergide yayınlanan ”Dini Siyasete Alet Edenler” adlı makalede, dinin siyasî çıkarlar amacıyla kullanılmasına sert bir dille karşı çıkılmış ve Sebilürreşad‘ın böyle bir suçlama ile karşı karşıya bırakılmasının imkânsız olduğu dile getirilmiştir. Bunun yanında, dini siyasete alet ettiği iddiası ile tertemiz mazisi bulunan Sebilürreşad‘a engel olunamayacağı, derginin kimseden çekinmediği ve sadece kanunlara güvendiği de vurgulanmıştır.[3]

Eşref Edip, siyaset ile ilgili her yazısında Sebilürreşad‘ın hiçbir partiden taraf olmadığının altını çizmiş ve yine ”Dini Siyasete Alet Edenler” adlı yazısında dergisinin partiler üstü olduğunu şu kelimelerle açıklamıştır:

”Onun içidir ki Sebilürreşad – Âkif’in vasiyeti mucibince – hiçbir partiye bağlanmıyarak daima müstakil ve partilerin fevkinde kalacaktır. İster şah, ister diktatör, her kim olursa olsun, dine karşı tecavüzde bulunan şahsa karşı nasıl hak ve hakikati müdafaa ederse şahiyeti maneviyeyi haiz partilere ve bütün teşekküllere karşı da islâmın izzet ve şerefini müdafaadan – hiç perva etmeksizin – geri kalmıyacaktır. Her kim olursa olsun, herhangi bir parti olursa olsun, dine hizmet ettikçe, vicdan hürriyetinin, dinî faziletlerin inkişafına çalıştıkça onu takdirle karşılar ve bütün kudretimizle destekleriz. Herhangi şahıs olursa olsun, herhangi parti olursa olsun, dini tezlile, vicdan hürriyetini boğmıya, dinî faziletleri baskı altında tutmıya uğraşırsa ona karşı da hak ve hakikati müdafaa ederiz ve ilâ maşallah edeceğiz.”[4]

Sebilürreşad bahsedilen bu çerçevede mevcut siyasi partileri değerlendirmekte ve tarafsız olduğunu iddia ederek eleştirilerine devam etmektedir. Derginin Cumhuriyet Halk Partisi’ne de bakışı bu çerçevenin sınırları dışına çıkmamıştır.

CHP muhafazakâr/ İslâmcı camia tarafından, kurulduğu ilk günden bu yana dinî hürriyete engel olan, gerçekleştirdiği icraatlarla din düşmanı bir portre çizen parti olarak görülmüştür. Sebilürreşad Dergisi de İslâmcı bir çizgide bulunduğu için bu görüşü devam ettirmiş ve yayın hayatına başlamış olduğu ilk günden itibaren CHP’nin tarihine ve icraatlarına sert eleştiriler getirmiştir.

1925 yılında yayın hayatına son verilen Sebilürreşad, çok partili dönemdeki demokratik ortamdan yararlanarak 1948’de tekrar yayınlanmaya başlamıştır. Dergi, CHP’nin iktidar olduğu yılların çoğunda çıkamamıştır. Bu süre içerisinde CHP’nin gerçekleştirdiği eylemler ve gündem olan tartışmalar hakkında fikir sunamayan Sebilüüreşad, bu açığı, 1948 yılında tekrar yayınlanmaya başlamasından itibaren CHP’nin icraatlarını ele alarak kapatmaya çalışmıştır. Sebilürreşad, 1925 öncesinde de rejim konusunda eleştirilerde bulunmuştur. Dergi ilk başta cumhuriyetin ilânına ve yeni rejim yöneticilerine temkinli yaklaşmış ve daha sonra cumhuriyet rejiminin İslâma aykırı olmadığını bilakis anayasasında devletin dininin belirtildiği, hilafetin meclisin kontrolünde bulunduğu bir ”İslâm Cumhuriyeti” olunabileceği iddia edilmiştir.[5]

Yapılan rejim eleştirilerinde dikkat çeken önemli bir husus da, eleştirilerde hiçbir zaman Atatürk’ün veya Kemalizm’in hedef alınmaması olmuştur. Sebilürreşad bu konuda diğer İslâmî yayınlara göre daha dikkatli olmuştur. Bu tutumun nedeni ise derginin yazarlarının Milli Mücadele’de ve ilk mecliste üstlendiği önemli roller olabilir. Mesela, medrese ve türbeler hakkındaki bir yazıda Atatürk ve Kemalizm şu şekilde CHP’nin icraatlarından ayrı olarak değerlendirilmiştir:

”«- Tekkeden, medreseden ve türbelerden başka Kemalizm hangi din müessesesinin kapsısına kilit vurmuş?» Diyor. Ne güzel cevap! Doğrusu bu cevaba akan sular durur. Yalnız Üstad, burada bir kelimeyi tahrif etmiş. Biz din müesseselerine bu zincirleri vuran «Kemalizm»dir demedik; «farmasonluk» tur, dedik. Ve ilave ettik: Atatürk farmasonluğu lağvetmeseydi kim bilir daha neler yapacaklardı, dedik. Şeyhulmuharririn üstad, «farmasonluk» kelimesini kaldırıp onun yerine «kemalizm»i koymasının, açıktan açığa bu tarifi yapmasının sebep ve saikinİ Lûtfen, izah ederler mi? Topluiğne sahibinden bir sual daha sorabilir miyiz:

– Atatürk’ün gömdüğü farmasonların hortlamasına ne buyururlar?

Biliyoruz, bunlar cevapsız kalacak suallerdir. Fakat belki başkaları cevap verir.”[6]

Sebilüreşad‘ın CHP’ye karşı tutumu her zaman mesafeli olmuştur. CHP, yıllar içinde İslâmcı camia açısından olumlu denilebilecek bazı adımlar atsa da, dergi bu icraatları değerlendirirken partinin geçmişteki karnesini göz önüne almıştır. Bununla birlikte, dergi hiçbir zaman CHP’ye kapılarını tam olarak kapatmamıştır. Bu tür yazılarda, CHP’nin geçmişte yaptığı hataların farkına varılması ve bu hataların tekrarlanmaması istenmiş ve yeni bir anlayışın partide hâkim olması beklentisi dile getirilmiştir.[7]

1947’deki kurultaydan sonra Halk Partisi içerisindeki ”ılımlılar” ve ”aşırılar” çekişmesi, Sebilürreşad‘ın yakın takibine girmiştir. Dergi, aşırı kadrolara karşı ılımlı kadronun tarafında durmuş ve ”müfritler” grubunun partiden ihraç edilmesini istemiştir. Eşref Edip, ”Onlar İçin Hidayet Kapıları Kapalıdır” aldı yazısında, parti içindeki müfritleri eleştirmiş ve CHP’nin din konusunda verdiği tavizlerin aslında müfritler tarafından halka göstermelik yapıldığını iddia etmiştir.[8]

1948 yılında kaleme alınan ”Cumhur Başkanından bir istirhamımız var” başlıklı yazıda da, geçmişin suçlusu olarak partideki aşırılar gösterilmiş ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye şöyle seslenilmiştir:

‘Binaenaleyh, sayın İnönü, din üzerindeki kanunî, gayrı kanunî baskıların, dinin ve din müesseselerinin inkişafına mani kanuî ve gayri kanunî bütün takyidlerin kaldırılması da demokrasi icaplarından olduğuna dair bir beyanda bulunacak olurlarsa müfritlerin hakikate aykırı olan bütün propagandalarını bir anda suya düşürmüş, hür vicdanlı haksever partililerin yüreklerini cesaretle doldurmuş olacaklardır ki, bunun mesut neticeleri derhal kendini gösterecek ve bütün milletin kalbi ferahla dolacaktır. Milletin gönlü İnönünün bu sesine çok muhtaçtır. Emin olmalıdır ki, bu ses, Parti için bir hidayet kaynağı olacağı gibi, yurdun bütün ufuklarında büyük akisler vücuda getirecek, demokrasi tarihi dünyalar durdukça bunu tebcil edecektir. «Vallahu yehdi men yeşau il sıratın müstakim.»”[9]

Sebilürreşad yazarları ve özellikle Eşref Edip, her ne kadar CHP’nin din konusunda yumuşamasını siyasî bir manevra olarak görse de, Hasan Saka’nın başbakan olmasıyla CHP’ye karşı takınılan tavırda gözle görülür bir değişiklik yaşanmıştır. Hasan Saka, Sebilürreşad‘a göre partinin düzelmesi için tek umut olarak görülmektedir. Bunun nedeni ise ”Müfritler İş Başında” başlıklı yazıda şöyle ifade edilmiştir:

”Şimdi yalnız bir ümit noktası kalmıştır: Başbakan Hasan Saka, bildiğimize göre, dindar bir zattır. Netekim mekteplerde din derslerinin okutulmasını bizzat ileri süren odur. Din tedrisatına ve din müesseselerine karşı noktai nazarları malûm olan zevatın müfrit plânlarını belki önleyebilir? Eğer kudreti yetebilirse. Çünkü Partide müfritlerin nüfuzu hâkimdir.”[10]

Hasan Saka Hükûmeti’nin ılımlı uygulamaları ve parti içinde liberal görüşlerin ön plana çıkması ile CHP’den ümitlenen Sebilürreşad‘ın tavrı, 1949 yılında Şemseddin Günaltay’ın başbakan olması ile daha da olumluya evrilmiştir.

III.2. Sebilürreşad Dergisi’nde Şemseddin Günaltay Hükûmeti

Halk Partisi’nin yedinci kurultayından itibaren, kurulan hükûmetlere açık bir kapı bırakan Sebilürreşad, Günaltay’ın 1949 yılında yeni hükumeti kurmakla görevlendirilmesiyle tamamen farklı bir üslup takınmaya başlamıştır. Bu tarihten itibaren CHP’nin geçmişteki eylemlerine pek değinilmemiş, yazılarda dikkatli ve temkinli davranılmaya çalışılmıştır.[11]

Sebilürreşad çok açık etmese de Günaltay’ın başbakan olmasından son derece memnun olmuştur. Bunun en önemli nedeni ise, Günaltay’ın modernist/İslâmcı gelenekten gelmesi ve daha da önemlisi eski bir Sebilürreşad yazarı olmasıdır. Muharrirler, Günaltay’a kendi aralarından biri gibi bakmış ve makalelerde çoğu zaman başbakan sıfatının yanında ”muhterem hocamız”, ”üstad” gibi sıfatları da kullanmışlardır.[12]

Eşref Edip, Günaltay’ın başbakanlığını değerlendirdiği ilk yazısında, Günaltay’ın geçmişi nedeniyle parti içerisinde baskılara uğrayacağını şu sözlerle dile getirmiştir:

”Şemseddin Günaltaya Başbakanlık vazifesinin tevdii haberi yayılır yayılmaz mason mahfillerinde büyük bir endişe husule geldi. Evvelce İlâhiyat Fakültesi riyasetinde bulunan ve İslâmî neşriyatı ile milletin mânevî hayatını gerilik ve düşkünlükten kurtararak tazelendirmek ve canlandırmak hususunda müessir mesaisi sebketmiş olan Günaltayın hükûmet başına geçmesi memlekette dinî bir inkişafa yol açacağı endişesiyle, dinin sımsıkı bağlarla esir ve zelil bir halde bulunmasını istiyenler, çok temiz, dürüst ve fazilet sahibi olan Başbakanın şahsına karşı tarizlere ve hücumlara başladılar.”[13]

Söz konusu makalenin diğer bir bölümünde ise Günaltay’ın bu makama geliş nedeni üzerinde durulmuş ve bunun siyasî bir oyun olup olmadığı sorgulanmıştır:

”Acaba, zannettikleri gibi, Günaltay hakikaten, bir takım kayıtlar altında günden güne eriyip sönmekte olan, kolu kanadı kırılmış bulunan mânevi varlığı bu esaretten kurtararak canlandırmak, tazelendirmek için mi bu makama getirilmişti? Yoksa bu, sırf bir parti işi miydi? Parti içindeki zümrelerin liderleri arasındaki rekabet ve çarpışmaların bir neticesi miydi?..

”Fakat milletin bu manevi ıstırabı iktidar partisini ciddi surette alakalandırarak parti içinde manevi inkişafı sağlayacak büyük bir cereyan, bir hareket başlamış da bunun tahakkuku için mi ehil bir zat seçilmiş, hükûmet başına getirilmişti?”[14]

Devamında, Günaltay’ın kurduğu kabinedeki isimler hakkında değerlendirme yapılmış ve Tahsin Banguoğlu ve Nihat Erim gibi isimlerin müfrit olduklarına dikkat çekilmiştir. Kabinede bulunan bazı isimlerin asla bir araya gelemeyecek düşüncede oldukları da eklenmiştir.[15]

Eşref Edip’in aynı makalede üzerinde durmuş olduğu bir diğer önemli konu ise hükûmetin hazırlamış olduğu programdır. Edip, programı Günaltay’ın tarzına yakıştıramamış ve şu ifadelerle eleştirmiştir:

”Programa gelince:

Programdaki ifade serttir. Âdeta müfrtilerin diline benziyor. Şemseddin Günaltay gibi bir ilim adamının, bir İlâhiyat Fakültesi reisinin bu hususta daha temkinli, daha mutedil bir lisanla konuşması icap ederdi.”[16]        

Makalenin son bölümünde ise Eşref Edip, Günaltay’a CHP’nin yıllardan beri süregelen din karşıtı icraatlarını anlatmış, halkın artık Halk Partisi’ne kırgın olduğunu dile getirmiş ve bunu düzeltenin kendisi olabileceğini söylemiştir:

”Muhterem üstad,

Er geç bu iş olacaktır; Milletin dini üzerindeki bu baskılar kalkacaktır. Temenni ederim ki bu büyük zaferi Allah sana nasip etmiş olsun. Çünkü senin bu milletin dinine, ilim ve irfanına çok hizmetin vardır. Bu mazhariyete sen lâyıksın.«Benim Şemseddinim» diyen Akifin ruhu bunu senden bekliyor. Bâki bu kubbede kalan hoş bir sada imiş.”[17]

Günaltay Hükûmeti, Sebilürreşad yazarları tarafından eleştirilse de bu hiçbir zaman CHP’nin geçmişini ele alırken kullanılan sert eleştiri tarzı gibi olmamıştır. Yazılarda samimi bir dil kullanılmış ve gelecek kaygısıyla yapıcı eleştirilerde bulunulmuştur.

1949 yılının başlarında, kısa bir süre, siyasî tartışmalara girilmemiş ve derginin üzerinde durmuş olduğu konu genel itibariyle din dersleri meselesi olmuştur. Bu kısa ara sonrasında en çok tartışılan konu Türkçe Kur’an ve ezan meselesi olmuştur. Ayrıca yine bu dönemde, ”Laiklik dine tahakküm demek değildir” başlıklı yazıda, CHP’nin laiklik ilkesinde yumuşamaya gitmesinin nedenleri sorgulanmıştır:

”Mesele şudur: Memlekette çok partili hayat başladıktan sonra, Halk Partisi sırf kendi menfaati iktizası halka hoş görünmek yolunu tutmuştur ve bugün her sahada olduğu gibi , dinî sahada da halkı avlamağa çalışıyor. Çünkü biliyor ki, halk dinî sahada bu güne kadarki gidişten muzdariptir. Eğer eski hatalardan rücu edilir ve halk tatmine çalışılırsa, bu Halk Partisi için âmme efkârından iyi bir not alacaktır.

İşte Halk Partisinin endişesinin hepsi burada toplanmaktadır. Bunu bildikten sonra da artık bu işte kendisine nasıl olur da, hakikaten samimiyet atfedebiliriz?”[18]

Haziran 1949’da gündemde 163. Madde tartışmaları yer almaktadır. Günaltay’dan büyük beklentileri olan İslâmcılar bu maddenin gündeme gelmesiyle büyük bir hayal kırıklığına uğramışlardır. Sebilürreşad da kanun maddesine büyük tepki göstermiş ve ”Ey Demokrasi: Senin Namına Ne Kanunlar Yapılıyor” başlıklı yazıda bu kanunun din ve vicdan hürriyetine inen büyük bir darbe olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca dergi, 163. madde ile ilgili Müslümanları uyaran kısa bir nasihat yayınlamış ve şunları dile getirmiştir:

”Ey müslümanlar! Hangi partiden olursanız olunuz… Dininizi parti ihtiraslarına katiyyen kaptırmayınız. Siyasete âlet etmeyiniz, Herhalde dininizi partiler üstünde tutunuz. Müfritler ötedenberi böyle bir kanun neşrine var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Nihayet muvaffak oldular. Ne yazık ki bunun neşri, zulmetten nura müellifi Şemseddin Günaltay Başbakanlığı zamanına tesadüf etti. Onun için bu, büyük bir bedbahlıktır.

Din hürriyeti büyük tahdidata uğramıştır. Bu fevkalâde hâdiseleri bütün dindaşlarımızın sabır ve sükûnetle karşılamaları iktiza eder. İnşallah Başbakanın dediği gibi, bu kanun tatbik olunmaz. Böyle hâdiseler bir imtihani ilâhidir. Bütün tarih boyunca bu, böyle cereyan etmiştir. İmanlarında kimlerin sadık, kimlerin kâzip olduğu bilinsin diye.”[19]

163. maddenin kabul edilip yasalaşması Sebilürreşad‘da âdeta bir infial hali yaratmıştır. Dergi, Günaltay ile köprüleri atma noktasına gelmiş, beklentilerinden umudunu kesmeye başlamıştır. Bu olay sonrasında, 60. sayıya kadar siyasî olaylar üzerinde pek durulmamış ve CHP eleştirisi de yapılmamıştır. Ancak 163. maddeye rağmen Sebilürreşad, Günaltay’a karşı saygılı üslubunu asla bozmamıştır. 60. sayıda ise Günaltay’ın yapmış olduğu konuşmalara yer verilmiş, onun samimi olduğu ancak CHP’nin tutumunun samimi olmadığı söylenmiş ve açıklamalarından övgü ile bahsedilmiştir:

”Hiç şüphe yok ki muhterem üstad, bu temennisinde samimidir. Fakat acaba Halk Partisi onun bu güzel fikirlerine iştirâk eder mi? Parti kodamanları, Günaltayı, Hükûmet Reisi olmakla Partinin şahsiyeti maneviyesini tamamile temsil etmiş addederler mi?”[20]

163. maddenin mecliste kabulünden sonra Günaltay ile arasına mesafe koymaya başlayan Sebilürreşad‘ın onu hâlâ büyük bir şans olarak gördüğünü makalenin sonundaki şu cümlelerden anlamaktayız: ”Muhterem üstad Günaltay son bir ümit yıldızıdır. Kim bilir, belki de artık milletin taksiratı dolmuş, yirmi beş senenin günahlarile kararmış olan bu delâlet devri, tarihin cehennemî gayyalarına gömülmek zamanı gelmiştir.”[21]

Kasım 1949’da Şemseddin Günaltay yapmış olduğu bir açıklamada: “Mazi ile rabıtamızı kesmek teşvikinde bulunanlar bu milletin izmihilâlini isteyenlerdir” ifadelerini kullanmıştır. Sebilürreşad yazarlarından Yusuf Ziya Kösemen de başbakanın bu açıklamalarından sonra, ”Mazi ile rabıtamızı kesmek isteyen millet düşmanları” başlıklı bir makale yazmıştır. Kösemen yazısında Günaltay’ın haklı bulduğunu ancak daha açık konuşmasını ve bu millet düşmanlarının kimler olduğunu açıklamasını istemiştir.[22]

Yusuf Ziya Kösemen’in yazısının yayınlandığı 64. sayıda Günaltay’ı hedef alan bir yazı daha yayınlanmıştır. Bu yazının sahibi ise M. Raif Ogan’dır. Ogan, ”Açık Dilekçe” adlı yazısında mason yapılanmalarına dikkat çekmiş, mason örgütlerinin Atatürk’ün de zamanında yaptığı gibi tekrar kapatılması gerektiğini ve bunun milletin yararına olacağını ifade etmiştir.[23]

Söz konusu bu yazılarla, 163. maddenin kabulü sonrası Günaltay ile köprüleri atma noktasına gelen Sebilürreşad‘ın tekrar samimi bir üsluba geçtiği görülmektedir. Ancak, İslâmcılar ile ilişkisi yolunda giden Günaltay, Ankara’da gazetecilerle yaptığı bir sohbette şeriat hakkında şunları söylemiştir:

”İslâm dini Peygamberimizin Mekkede bulunduğu sırada yaptığı ahlâkî telkinlerden ve bu olgunluğa varmanın bir vasıtası diye tavsiye edilen vazifelerden ve ibadetlerden mürekkeptir. Medinede bir devlet kurduktan sonra başvurulan şeriat kaidelerinin mahiyeti, o zamanki mahallî şartların icabının yerine getirilmesinden ibarettir. Bu kaideler bin küsur yıl sonra başka başka muhit şartları içinde yaşayan milletlerin hayatına esas olmaz.” [24]

Günaltay’ın bu açıklamaları İslâmcıları çileden çıkarmıştır. ”Sebilürreşad” imzasıyla ”İslâm Dininin Esas ve Mahiyeti Hakkında Başbakan M. Şemseddin Günaltay’ın büyük hatası” adlı yazı yayınlanmıştır. Yazının alt başlığında ise ”Bu hata dinin temellerini sarsacak kadar azim ve ehemmiyetlidir” gibi iddialı bir ifade kullanılmıştır. Makalede ilk olarak, Günaltay’ın laik bir devlet adamı sıfatıyla bu açıklamayı yapmaması gerektiğinin üzerinde durulmuştur. Ardından onun gibi İslâm Tarihi hakkında bilgili, medrese eğitimi almış birinin bu açıklamaları yapmış olamayacağı ve bunun gazetecilerin yanlış anlamasından kaynaklandığı ümit edilmiştir. Toplam sekiz sayfadan oluşan makalede, Günaltay’ın şeriat konusunda söylemiş olduğu sözler Kur’an’dan ayetler ve diğer dinî kaynaklar kullanılarak çürütülmeye çalışılmıştır.[25]

Sebilürreşad‘ın ve Eşref Edip’in, geçmişi nedeniyle Günaltay’a tanıdığı kredi bu açıklamalar ile son bulmuştur. Bu tarihten Nisan 1950’ye, seçim öncesine kadar olan süreçte Günaltay’ın ismine dergide yer verilmemiştir. Ancak hükûmetin icraatlarından biri olan bazı türbelerin açılması hakkında M. Raif Ogan, ”Mübarek Büyüklerimizin Türbelerini Açtırmıyan Bazı Milletvekilleri” adlı bir yazı kaleme almıştır. Ogan, türbelerin açılması hakkında hükûmetin yaptığı teklifin reddini isteyen CHP milletvekilleri Emin Soysal, Emineddin Çeliköz, Avni Refik Bekman, Yusuf Mardin’i ve parti içinde din hürriyetine karşı olan grupları eleştirmiştir.[26]

Son olarak, Nisan 1950’de yayınlanan ve Eşref Edip tarafından kaleme alınan ”Partilerin Din Siyaseti” adlı makalede, seçim öncesi Günaltay Hükûmeti hakkında ifadelere yer verilmiştir. Ancak bu yazının asıl özelliği, bütün partilerin programlarındaki laiklik hakkındaki maddelerin ortaya konulmuş ve partilerin dinî hürriyete verdikleri önem çerçevesinde seçmenlere seçim öncesi tavsiyeler verilmiş olmasıdır. Eşref Edip yine Günaltay’dan bağımsız olarak CHP’ye sert eleştiriler getirmiş ve açık bir şekilde CHP’nin din düşmanı bir parti olduğunu söylemiştir.[27]

_____________________________________________

[1] Eşref Edip, ”Partilerin Din Siyaseti”, Sebilürreşad, Cilt. IV, No. 76, (1950), s. 3-11.

[2] Eşref Edip, a.g.m., s. 3.

[3] Eşref Edip, ”Dini Siyasete Alet Edenler”, Sebilürreşad, Cilt. IV, No. 77, (1950), s. 18-20.

[4] Eşref Edip, a.g.m., s. 19.

[5] Caner Arabacı, ”Sebilürreşad’ın Cumhuriyet ve Yeniliklere Bakışı”, Selçuk İletişim, 1999, Cilt. 1, Sayı. 1, s. 13-23.

[6] Eşref Edip, ”Onlar İçin hidayet kapıları kapalıdır”, Sebilürreşad, Cilt. I, No. 3, (1948), s. 39.

[7] Bkz. Eşref Edip, ”Günaltayın Başbakanlığı ve Akisleri”, Sebilürreşad, Cilt. II, No. 29, (1949), s. 57-62.

[8] Eşref Edip, a.g.m., s. 34-39.

[9] ”Cumhur Başkanından bir istirhamımız var”, Sebilürreşad, Cilt. I, No. 6, (1948), s. 86.

[10] ”Müfritler İş Başında”, Sebilürreşad, Cilt. I, No. 5, (1948), s.80.

[11] Fahrettin Gün, a.g.e., s. 121.

[12] Eşref Edip, ”Günaltay’ın Başkanlığı ve Akisleri”, Sebilürreşad, Cilt. 2, Sayı. 29, (1949), s. 57.

[13] Eşref Edip, a.g.m., s. 57.

[14] A.g.m., s. 57.

[15] A.g.m., s. 58.

[16] A.g.m., s. 59.

[17] A.g.m., s. 62.

[18] ”Lâiklik dine tahakküm demek değildir”, Kudret Gazetesi, (Ankara)’ndan nakl., Sebilürreşad, Cilt. II, Sayı. 36, (1949), s. 170.

[19] ”Sebülürreşadın müslüman kardeşlerine nasihatı”, Sebilürreşad, Cilt. II, Sayı. 48, (1949), s. 364-365.

[20] ”Memleketimizde kutsiyet duygusu yaşıyacaktır”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 60, (1949), s. 160.

[21] A.g.m., s. 160.

[22] Avukat Yusuf Ziya Kösemen, ”Mazi ile rabıtamızı kesmek isteyen millet düşmanları”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 64, (1949), s. 213-214.

[23] M. Raif Ogan, ”Açık Dilekçe”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 64, (1949), s. 214-216.

[24] ‘İslâm Dininin Esas ve Mahiyeti Hakkında”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 65, (1949), s. 226.

[25] A.g.m., s. 226-233.

[26] M. Raif Ogan, ”Mübarek Büyüklerimizin Türbelerini Açtırmıyan Bazı Milletvekilleri”, Sebilürreşad, Cilt. III, Sayı. 71, (1950), s. 323-324.

[27] Eşref Edip, ”Partilerin Din Siyaseti”, Sebilürreşad, Cilt. IV, Sayı. 76, (1950), s. 3-11.

 

İslâmcı Basında Şemseddin Günaltay Hükûmeti: Sebilürreşad ve Büyük Doğu Örneği 2 (Günaltay Hükûmeti)

II. GÜNALTAY HÜKÛMETİ

II. 1. Günaltay Hükûmeti’nin Kurulması

1946 seçimleri Cumhuriyet Halk Partisi’nin zaferiyle sonuçlansa da parti içinde gelecek kaygısının ortaya çıkmasını engelleyememişti. Bu kaygı parti içerisinde farklı düşünceye sahip olanların kutuplara ayrılmasına neden olmuştu. ”Müfritler” diye adlandırılan Recep Peker liderliğindeki grup çok partili demokrasi denemesinin son bulmasını, Nihat Erim’in başını çektiği ”ılımlılar” denilen diğer grup ise demokratikleşme yolunda atılan adımların hız kesmeden devam etmesini istiyordu.[1]

Ilımlılar ile aşırılar (müfritler) arasında devam eden parti içi çekişme, 1947’de İnönü’nün 12 Temmuz Beyannamesini açıklamasıyla yeni bir boyut kazandı. Cumhurbaşkanı İnönü açıklamış olduğu beyannamede, muhalefet partisi olan Demokrat Parti ile iktidar partisi olan CHP’yi tarafsız olarak koruyacağını bildirmişti. Bu açıklama, CHP içerisindeki ılımlıların aşırılar karşısında elini güçlendirmişti. Başbakan Recep Peker yaşanan tüm bu gelişmelerden sonra 9 Eylül’de istifa etti ve CHP’de ılımlıların zaferi resmiyet kazanmış oldu.[2]

Recep Peker’in istifasının hemen ardından 10 Eylül 1947’de hükûmet kurma görevi Hasan Saka’ya verildi. Hasan Saka Hükûmeti, Recep Peker Hükûmeti’ne göre daha ılımlı bir görüntü sergiliyordu. Saka’nın başbakan olmasıyla birlikte iktidar ile muhalefet arasında da bir yumuşama ortamı oluşmuştu. Ancak bu olumlu hava fazla uzun sürmedi ve hükûmet, CHP tarafından tavizkâr olmakla, DP tarafından ise yeteri kadar liberal olmamakla eleştirildi. Eleştiriler karşısında fazla dayanamayan Hasan Saka Hükûmeti 8 Haziran 1948’de istifa etti ve 9 Haziran’da daha genç ve liberal olan yeni kadroyla İkinci Hasan Saka Hükûmeti kuruldu.[3]

Hasan Saka Hükûmeti’nin ikinci denemesinde karşısına çıkan en büyük engel ekonomik sorunlar olmuştu. Özellikle Celâl Bayar’ın kötü giden ekonomi üzerinden CHP’ye yüklenmesi, parti içinde ve dışında baskıları artırmıştı. Sonuç olarak, ekonominin kötü gidişatı ve ortaya çıkan bütçe açığı İkinci Hasan Saka Hükûmeti’nin 14 Ocak 1949’da ikinci kez istifa etmesine neden oldu. Yeni hükûmeti kurma görevi Şemseddin Günaltay’a verildi.[4]

Günaltay’ın başbakan olması parti içindeki tartışmaların büyük bir ivme kazanmasına neden olmuştur. Modernist İslâmcı bir akademisyen olan Günaltay’a ilk tepkiler parti içerisindeki Kemalist kanattan gelmiştir. Kemalistler, Günaltay’ın CHP’nin ana ilkelerinden biri olan laikliğe aykırı hareket edeceğini iddia etmiş ve hatta sadece bununla kalmayıp Kemalist Parti adında ayrı bir parti kurmayı da düşünmüşlerdir.[5] DP’deki bazı isimler ve İslâmcı yazarlar ise Günaltay’ı İslâm’a karşı olduğunu iddia ettikleri CHP’de başbakan olmasından dolayı eleştirmişlerdir. Günaltay, parti içindeki Kemalistlerin kafalarındaki soru işaretlerini meclisteki ilk konuşmasında yaptığı laiklik vurgusu ile gidermeye çalışmış, CHP’nin dine karşı olduğu iddiasına da CHP’nin ilahiyat fakültelerini açan parti olduğunu söyleyerek cevap vermiştir. Günaltay Hükûmeti, kısa bir süre iktidarda kalmış olsa da demokratikleşme yolunda önemli adımlar atmak için yoğun çaba sarf etmiştir.

II.2. Günaltay Hükûmeti’nin İcraatları

II.2.1. Dinî Alanda

Günaltay Hükûmeti’nin kurulmasıyla birlikte, muhalefette ve halkta demokratikleşme beklentisi oluşmuştur. Çünkü, Günaltay ve hükumeti öncekilere göre daha liberal ve ılımlı bir görüntü çiziyordu. Şemseddin Günaltay’ın 20 Ocak 1949’da TBMM’de parti programını açıklaması, tüm bu beklentilerin karşılık bulacağını orta koyar nitelikte olmuştu. Açıklanan program, CHP’nin 1947 yılından itibaren yaşadığı değişimin derlenip toparlanmış hali olma özelliği göstermekteydi.

Yeni kurulan hükûmeti, başbakanın geçmişi yüzünden en çok zorlayacak konu ”laiklik” olmuştur. Günaltay’ın bu konuda hangi politikayı benimseyeceği daha ilk günden muhalefette ve parti içinde merak konusu olmuştur. Günaltay’ın İslâmcı camianın içinden gelmesi, CHP’nin ilk yıllarından beri uyguladığı laiklik politikalarına devam edip etmeyeceği konusunda özellikle parti içindekileri tedirgin etmiştir. Günaltay parti programını açıklarken tüm bu tartışmaları bitirecek cevabı vermiş ve şunları söylemiştir:

Bütün diğer hürriyetler gibi vatandaşın vicdan hürriyetini de mukaddes tanırız. Din öğretiminin ihtiyari olması esasına sadık kalarak, vatandaşların çocuklarına din bilgisi vermek hakkım kullanmaları için gereken imkânlan hazırlıyacağız. Fakat laiklik prensibinden ayrılmamıza asla imkân tasavvur edilmemelidir.[6]

Laiklik ilkesinden asla taviz verilmeyeceğini vurgulayan Günaltay, din eğitimi konusunda da geri adım atmamış ve demokrasinin gereklerinin yerine getirileceğinin üzerinde durmuştur. Okullarda verilecek din eğitimi hükûmetin eğitim programı içerisine girmiş ve Şubat 1949’da ilkokullarda 4. ve 5. sınıflarda haftada ikişer saat din dersleri verilmeye başlanmıştır.[7] Ayrıca bu dönemde İstanbul Üniversitesi’nde açılan İlahiyat Fakültesi’nden sonra ikinci kez Ankara’da İlahiyat Fakültesi açılmıştır.

Günaltay döneminde laiklik ekseninde devam eden tartışmalar ”163. madde”nin yasallaşması sürecinde de devam etmiştir. 163. madde meclis gündemine geldiğinde CHP’ye muhalefet edenlerin başındaki isim Millet Partisi Meclis Grubu Başkanı Osman Nuri Köni olmuştur. Köni, meclisteki müzakerelerde laiklik hakkında uzun konuşmalar yapmış ve Şemseddin Günaltay ile tartışmıştır.[8]

Meclisteki tartışmalar esnasında laiklik konusunda neredeyse her kesimin bir numaralı hedefi olan Günaltay, yaptığı konuşmalarla laiklik ilkesi hakkındaki tutumunu bir kez daha açıkça dile getirme fırsatı bulmuştur. Kendine göre laikliğin tanımını şu şekilde yapmıştır:

”Laisizm, devlet işlerine yani milletin hayatı kanunlarına esas olarak başka kaynaklara müracaat etmeksizin B.M. Meclisinin hükümlerini sağlamaktadır. Din ile dünyayı birbirinden ayırmanın manası budur. Laisizmi dünya işlerine, din işlerini karıştırmamak diye tarif ediyorlar ve bundan laikliğin bir nevi dinsizlik olduğunu çıkarmaya çalışıyorlar. Fakat laikliği böyle algılamıyoruz. Bizim anlayışımızda laiklik, bizim hayata ait bütün kanunlarımızı ancak B. M. Meclisi yapar demektir. ”[9]

Günaltay, Köni ile 163. madde hakkında tartışırken, aynı zamanda CHP’ye yapılan ”din karşıtı” eleştirisine de cevap vermiş ve gazete manşetlerini süsleyecek olan şu önemli açıklamayı yapmıştır:

“İlk mektepte din dersleri okutturmaya başlıyan Hükümet’in başkanıyım. Bu memlekette Müslümanlara namazını öğretmek, ölülerini yıkamak için imam, hatip kursları açan bir hükûmetin başkanıyım. Bu memlekette, Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için İlahiyat Fakültesi açan bir Hükûmet’in başkanıyım.”[10]

Osman Nuri Köni’nin dışında konu hakkında diğer partilerin vekilleri de eleştirilerini dile getirmiş, bazı Halk Partili vekiller de Köni’ye cevap vermişlerdir. Tüm bu tartışmalara rağmen 163. madde[11] 20 Haziran 1949 tarihinde, CHP ve DP’nin oylarıyla kabul edilmiştir.[12]

CHP’nin kurulduğu yıldan beri devam ettirdiği dine mesafeli duruşu değiştiren hükûmet, yine aynı doğrultuda icraatlar yapmaya devam etmiştir. Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması kanunuyla yasaklanmış olan türbe ziyaretlerini serbest hale getirmeyi de içeren yasa tasarısı Günaltay tarafından 21 Ocak 1950’de meclise sunulmuştur. Meclise sunulan yasa tasarısı, 5 Mart 1950’de 5566 sayılı ek kanunla yasalaşmış ve aralarında Gazi Osman Paşa, Barbaros Hayreddin, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Orhan Gazi ve Osman Gazi’nin de bulunduğu toplam 19 türbe yeniden ziyarete açılmıştır.[13]

II.2.2 Ekonomik Alanda

Şemseddin Günaltay’ın şahsi fikirleri ve kurduğu kabinedeki siyasetçilerin görüşleri, CHP’de yıllardan beri süre gelen devletçi politikalardan farklıydı. Parti içerisindeki ılımlı ve liberal kesimin temsilcisi olan Günaltay, ekonomi alanında da bu tavrını devam ettirmiştir. Açıklanan hükûmet programında ekonomik alanda özel teşebbüsün desteklenmesi ön plana çıkarılmıştır. Günaltay Hükûmeti’nin ilk amaçlarından biri vergi sistemindeki adaletsizliği düzeltmek olmuş ve bu amaçla gelir vergisi sistemine geçileceği açıklanmıştır.[14]

Hükûmet ilk iş olarak bir kalkınma planı hazırlamış ve bu plana göre gelecek olan Amerikan yardımı[15] kaynak olarak kullanılmıştır. Planlandığı gibi Amerikan yardımı tarımda makineleşmede, traktör ithalinde ve kara yolları inşaatlarında kullanılmıştır. Programda açıklandığı şekliyle yeni bir gelir vergisi sistemi kurulmuştur. Tüm bunların yanında devlet gıda sanayisine de el atmış ve et sanayisinin kurulumu için projeler hazırlanmıştır. Aynı dönemde Türkiye, Avrupa Tediye Birliği’ne de katılmıştır.[16]

Günaltay Hükûmeti’nin ekonomik alanda yapmış olduğu reformlar kısa zamanda meyvesini vermiş ve ülke ekonomisi canlanmaya başlamıştır. Liberal ekonomi politikasının görünürde işe yaraması muhalefetin hoşuna gitmemiş ve halkın CHP’yi ekonomik anlamda hedef tahtasına koyması sağlanamamıştır. Bu atılımla, iktidarda son günlerini yaşadığı düşünülen CHP ve Günaltay Hükûmeti, özellikle Demokrat Parti’yi hayal kırıklığına uğratmıştır.

II.2.3. Siyasî Alanda

Çok partili hayata geçilmesinden itibaren Türk siyasetinin gündem konusu demokratikleşme olmuştur. Demokratikleşme için ise sadece çok partili hayata geçmenin yeterli olduğu düşünülmemektedir. Muhalefet partisi ve iktidarın da üzerinde durduğu gibi ileri bir demokrasi için atılacak asıl önemli adım, seçim sisteminin değişmesidir.

Günaltay, başbakan olduğu ilk günden beri tarafsız bir seçim sisteminden yana olduğunu dile getirmiş ve bunun için gerekli adımların atılacağına dair söz vermiştir.[17] Seçim kanununu değiştirmek için ilk olarak konu hakkında bilgisi olan kişilerin görüşlerinin alınması ve kanunu hazırlayacak anayasa profesörlerinden oluşan bir komisyon kurulması kararlaştırılmıştır. Kurulan bu komisyonda alınan kararlar hakkında diğer muhalefet partilerinin de görüşleri alınmıştır. Ayrıca, hazırlanan kanun tasarısının değerlendirilmek amacıyla önce basına sonra da TBMM’ye sunulması kararı alınmıştır.[18]

Seçim kanunu, uzun bir çalışma döneminden sonra 16 Şubat 1950’de, CHP ve DP’nin ortak noktada buluşmasıyla yeniden düzenlenmiştir. Yapılan bu düzenlemeyle, gizli oy – açık tasnif usulü benimsenmiş, her il bir seçim bölgesi sayılmış, yargının ve halkın denetimine açık tek dereceli bir seçim sistemi oluşturulmuştur. Bunun yanında hükûmetin yapılan seçimlere müdahale etme olasılığı tamamen ortadan kaldırılmış ve seçim esnasında görevini kötüye kullanan seçim görevlilerinin şikayet edilmesine imkân sağlanmıştır.[19] Tüm bu yeniliklere ek olarak, seçim öncesi partilerin propaganda çalışmaları için radyoları kullanmaları da kabul edilmiştir.

Bu dönemde laiklik dışında tartışma yaratan bir diğer önemli konu da komünizm olmuştur. Günaltay yaptığı konuşmalarda komünizmin en az irtica kadar tehlikeli olduğunu dile getirmiş ve bu konunun siyasi tartışmaların üzerinde millî bir konu olduğuna dikkat çekmiştir. Komünizmle mücadelede uygulanacak politikalar ve alınacak tedbirleri konuşmak amacıyla birkaç kez muhalefetin önde gelen ismi Celâl Bayar ile de görüşmüştür.[20]

_______________________________________________

[1] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, Nisan 2010, s. 285-286.

[2] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), Hil Yayın, İstanbul, 1996, s. 37-38.

[3] Türkiye Tarihi 4, Kollektif Eser, Cem Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 150.

[4] Kemal Karpat, a.g.e., s. 345.

[5] Feroz Ahmad, a.g.e., s. 42.

[6] Dr. İrfan Neziroğlu, Dr. Tuncer Yılmaz, Hükümetler – Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Yayınları, Cilt. I, Ekim 2013, s. 681.

[7] Muhammet Şevki Aydın, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni Yetiştirme ve İstihdamı (1923-1998), Akabe Kitabevi, 2000, Ankara, s.51.

[8] Bayram Ali Çetinkaya, Türkiyenin Modernleşmesi Sürecinde Şemsettin Günaltay, Araştırma Yayınları, Ankara, 2003, s. 100-103.

[9] T.B.M.M., Tutanak Dergisi, VIII. Dönern, içtirna: 3. c. 20, 596.

[10] T.B.M.M., Tutanak Dergisi, birleşim: 104, oturum : 3, (8 Haztran 1949). 597-598.

[11] 163. Madde, 12.4.1991 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır.

[12] Kâmil Şahin, ”GÜNALTAY, Mehmet Şemsettin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1992, c. 14, s. 287.

[13] A.g.m., s. 287.

[14] Kemal Karpat, a.g.e., s.316.

[15] II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri tarafından, antikomünist amaçlarla, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülkeye verilen ekonomik yardım paketidir: bilgi için bkz. Barış Erten, “Türkiye-ABD İlişkilerinde Truman Doktrini ve Marshall Planı (Truman Doctrine and Marshall Plan in Turkey-USA Relations)”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Vol. 12, No. 21, 06/2009, s. 377-397.

[16] Kemal Karpat, a.g.e., s.316.

[17] BMMTD, c. 15, s. 198.

[18] Kemal Karpat, a.g.e., s. 317.

[19] Süleyman Güngör, ”14 Mayıs 1950 Seçimleri ve CHP’de Bunalım”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2010, Sayı:21, s. 193-194.

[20] Kemal Karpat, a.g.e., s. 317.

 

İslâmcı Basında Şemseddin Günaltay Hükûmeti: Sebilürreşad ve Büyük Doğu Örneği 1 (Büyük Doğu ve Sebilürreşad)

I.BÜYÜK DOĞU VE SEBİLÜRREŞAD

I.1. Büyük Doğu Hakkında

Büyük Doğu, 17 Eylül 1943 tarihinde Necip Fazıl Kısakürek öncülüğünde yayınlanmaya başlanmıştır. Büyük Doğu, yayın hayatına devam ettiği dönem boyunca farklı konuları ele alsa da genel itibariyle dinî, siyasî ve edebî içeriğiyle dikkat çekmektedir. Dergiye yayınlandığı ilk günden çok partili hayata geçiş evresine kadar daha çok edebî bir hava hakîm olmuş, çok partili hayata geçilmesiyle birlikte siyasî yazılar ön plana çıkmıştır.[1]

Mahkeme kararıyla sık sık kapatılmasına ve bu yüzden ara vermek zorunda kalmasına rağmen 35 yıl boyunca yayın hayatına devam eden dergi, her aradan sonra birinci sayıyla yayınlanmaya başlamıştır.[2]

Derginin yayınına ara vermesinin başlıca nedenlerinden biri de baş yazarı ve sahibi Necip Fazıl’ın hapishanede bulunmasıdır. Tüm bu sorunlar yayın sürecini de etkilemiş ve dergi; haftalık, on beş günlük, aylık ve günlük periyotlarla yayınlanmak zorunda kalmıştır. Ayrıca dergi bir dönem günlük gazete halinde de çıkmıştır.

Derginin İslâmcı camia arasında popüler olmasını sağlayan en önemli etken Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl, gerek alaycı ve espritüel tarzıyla, gerek aksiyoner ve ateşleyici üslûbuyla dönemin muhafazakâr gençlerini önemli derecede etkilemiş ve Anadolu’da yapmış olduğu konferanslar yoğun ilgi görmüştür.[3]

Büyük Doğu çok partili hayata geçilmesiyle birlikte, edebî ve siyasî yazıların yayınlandığı bir dergi olma özelliğinden çıkıp, önemli bir muhalefet aracı olmuştur. Özellikle Tek Parti yönetimine karşı, din ön plana çıkarılarak yapılan eleştiriler dikkatleri derginin üzerine çekmiştir. Necip Fazıl, elindeki bu önemli ”muhalefet aracını” kullanıp, Adnan Menderes döneminde örtülü ödenekten para alarak dergiyi yayınlamaya devam etmiştir.[4]

1978 yılında yayın hayatına son veren dergi, Necip Fazıl’ın kaleme almış olduğu ”İdeolocya Örgüsü” yazı dizisi ve bunun etrafında toplanan diğer fikirlerin muhafazakâr halkın bazı kesimlerinde karşılık bulmasıyla birlikte siyasî bir cemiyet olma özelliği de kazanmıştır.

I.2. Sebilürreşad Hakkında

Sebilüüreşad, 27 Ağustos 1908 tarihinde Eşref Edip (Fergan) ve Ebu’l-Ulâ Zeyn’el-Abidin öncülüğünde yayın hayatına başlamıştır. Çıktığı ilk yıllarda adı Sırât-ı Müstakîm olan dergi, ”İttihad-ı İslam” felsefesini benimsemiş ve bu düşünceye hizmet eden yazılar yayınlamıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ortaya çıkan ”hürriyet” ortamında yayınlanmaya başlayan dergide Mehmet Akif Ersoy, Ahmet Ağaoğlu, Musa Kâzım, Şemseddin Günaltay ve Yusuf Akçura gibi dönemin ünlü şair ve fikir adamları yazılar yazmışlardır. Mehmet Akif’in Safahat‘ta yayınlanacak şiirleri ilk olarak Sırât-ı Müstakîm‘de okuyucuya sunulmuştur[5]

Sırât-ı Müstakîm yedi cilt yayınlandıktan sonra Ebu’l-Ulâ Zeyn’el-Abidin derginin kadrosundan ayrılmış ve Eşref Edip tek başına derginin sahibi olmuştur. Bu görev değişimiyle birlikte derginin adı da değişmiş ve Sebilürreşad olmuştur. Sebilürreşad her ne kadar hürriyet ortamında yayın hayatına başlasa da, daha sonraki siyasi gelişmeler bu ortamın devam etmesine engel olmuş ve mecmua İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kısa aralıklarla kapatılmıştır.

Milli Mücadelenin başlamasıyla mecmuanın baş muharrirlerinden Mehmet Akif, destek için Anadolu’ya geçmiş, Sebilürreşad işgal kuvvetlerine karşı propaganda amacıyla gizli gizli dağıtılmıştır. Ancak, derginin bu şartlar altında yayın hayatına devam edemeyeceğini anlayan Eşref Edip İstanbul’dan ayrılıp, Kastamonu’ya geçmiş ve dergiyi burada neşretmiştir. Kısa bir süre Kastamonu’da kaldıktan sonra Mehmet Akif ile birlikte Ankara’ya geçen Eşref Edip burada toplam 59 sayı yayınlamıştır.[6]

1. TBMM döneminde Milli Mücadele lehine yayınlar yapan mecmua, meclisin faaliyetlerine son vermesiyle yeniden İstanbul’da neşredilmiştir. Lozan Anlaşması sonrası II. Meclis’te muhaliflere ve İslâmcılara yer verilmemesiyle birlikte, Sebilürreşad Kemalist kadroları eleştirmeye başlamıştır. Ancak bu eleştiriler seviyeli bir dille yapılmış ve genelde yazılarda müstear isimler kullanılmıştır.[7]

Şeyh Said İsyanı sonrası çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ile birlikte, eleştirilere devam eden Sebilürreşad, 1935 yılında kapatılmış ve derginin sahibi olan Eşref Edip tutuklanarak İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanmıştır. Yargılama sonucunda Eşref Edip 13 Eylül 1925’te, Sebilürreşad’ın yayınının durdurulması şartıyla serbest bırakılmıştır.[8]

Sebilürreşad, Takrir-i Sükun Kanunu[9] ile kapatılmasından tam 22 yıl sonra 1948’de yayınlanmaya tekrar başlamış ve dönemin göze batan en önemli dergilerinden biri olmuştur. Dergide genel anlamda siyasî içerik hakim olmuş, siyasî eleştiriler de din referans alınarak yapılmıştır. Eşref Edip ve diğer yazarlar sadece CHP’yi değil DP’yi de eleştirmişler, iki partinin de laiklik politikalarına zaman zaman tepki göstermekten kaçınmamışlardır.

İkinci yayın döneminde, özellikle Eşref Edip’in çarpıcı yazıları öncülüğünde önemli bir popülerlik kazanan Sebilürreşad, yayın hayatına 1966 yılına kadar devam etmiş ve aynı yıl içinde 362. sayısını da yayınlayarak kapanmıştır.[10]

_______________________________________________

[1] Fahrettin Gün, Din-Siyaset ve Laiklik (1948 – 1954), Beyan Yayınları, İstanbul, 2001, s. 81.

[2] Orhan Okay, ”Büyük Doğu”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1992, c. 6, s. 513.

[3] Fahrettin Gün, a.g.e., s. 82.

[4] a.g.e., s. 82.

[5] Adem Efe, ”Sebîlürreşâd”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2009, c. 36, s.251.

[6] Fahrettin Gün, Din-Siyaset ve Laiklik (1948 – 1954), Beyan Yayınları, İstanbul, 2001, s. 60.

[7] Fahrettin Gün, Din-Siyaset ve Laiklik (1948 – 1954), Beyan Yayınları, İstanbul, 2001, s. 60.

[8] a.g.e, s. 62.

[9] 3 Mart 1925’te TBMM’de kabul edilen ve hükûmete olağanüstü yetkiler veren kanun. 13 Şubat 1925′te başlayan Şeyh Sait Ayaklanması’nın bastırılması ve suçluların cezalandırılması amacıyla TBMM tarafından çıkarılan kanun. bkz. Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), Yurt Yayınları, 1981, s. 149.

[10] Adem Efe, a.g.m., s. 253.